25 Mayıs 2014 Pazar

CAN’T TALK RIGHT NOW… I’LL CALL YOU LATER…

TOPLANTIDAYIM SİZİ DAHA SONRA ARAYACAĞIM…

CAN’T TALK RIGHT NOW… I’LL CALL YOU LATER…

Telefonu yüzünüze kapatıp bu mesajı gönderenlere ne demeli?

Olay gelişimi standart. Cepten ararsınız, aradığınız anda cep derhal meşgule düşürülür ve bir, iki saniye sonra gelen mesaj “Toplantıdayım. Sizi daha sonra arayacağım.”

Üzüntü verici bir durum. Acınacak dense daha doğru sanki. Ayrıca sinir oluyor insan.

Bu anglosaksonvari yanıtlar, katlanmak zorunda bırakılan acımasız kapitalist zamansızlığın içinde eski duyarlılığını göstermeye çalışanların bir çabası. Sıkıcı sorumluluk gösterileri. İnsani yanın her dakika azaldığı sahte yakınlığın ve bireyselliğin yükseldiği bir ortamdaki “Çok yoğunum, ama elimde yüzlerce iş varken bile sana yanıt yazıyorum” göndermesi. “Sağol, çok etkilendim, teşekkür ederim.” Bu SMS’,i yollamasan da durumunun bu olduğunu anlıyoruz zaten.

Telefonu yüzünüze kapatma misali meşgule düşürme sonrası mesajın Türkçe olanı Türkiye içinde faaliyet gösterenler tarafından seçilirken, seçkin I-Phone ekibi, kalitesi ve yabancılaşmasıyla mütenasip bir Anglosaksonca mesajı tercih ediyor “can’t talk right now. I’ll call you later.”

Nefes almaz bir yoğunluk ve mazeretler…

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz ya da aynı açıklamalar yapılıyor.

Kapitalizmin hapsi evlilik ve prangası da çocuk. Kapitalizmin illüzyon (yanılsama) olarak kullandığı diğer büyük kurgularda da bu müessesenin resmileştirilmesi ve sevgiye dayalı yarış ekonomisi, güler yüz gösteren bir korku filmi kahramanı gibi.

Evlilik ve çocuk olunca, boğaza kadar batılmış vaziyetteki vahşi ekonomik düzen içinde bu zorunluluklardan kaçış yok gibi görünüyor. Bu durum ezici bir hapislik diyerek tanımlanınca da sıkıntı başlıyor, çünkü kimse boy aynasındaki görünümüne bakmak istemiyor. Rahatsız oluyor bu hali görmekten. Bu durumda da görmezden gelme ile birlikte mazeret üreterek kendini rahatlatma çabaları başlıyor. Ne yapsın ki? Bu yaşam formu içinde yaşayıp, ona karşı gelerek veya sadece sırf bu doğruları görmek adına hep mutsuz mu olsun?

Okullardaki eğitimlerin işe yaramadığı asıl sahnenin piyasa olduğu safsatası dillerde. Hem bilimi hem de eğitimi yalancı duruma düşürüyormuş gibi gösteriyor bu yaklaşım. Hatta bu sahte oluşumları istatistik denilen sihirli rakamları işine geldiği gibi okuma ve anket denilen diğer manipüle edilmiş yöntemlerle bilimselmiş gibi gösterme gayretleri. (Politikanın bayağılaşma ve seviyesizleşme ile birlikte popülizm (ucuz halkçılık) adını taktıkları, geçim kölesi haline getirdikleri ve seviyeyi düşürdükleri avama öykündürme durumlarını irdelemiyelim.)

Telefon konuşmasına zaman ayıramaz hallere gelinen bu denli yoğunluk niye? Biraz “kendine vakit ayır” dendiğindeyse yanıt belli “Eee sorumluluk, eve para gelmesi lazım. Ekmek parası.”

Ekmek Parası…

Ekmek parası ha!? Hep aynı terane. O nasıl bir ekmektir ki? 1000 tane Güliver yese doyar, ama işte o ekmek için koşarak kıyma makinesine giriliyor. Ne okunan “1984”ler kafi geliyor, ne sosyal eşitlik değerleri, ne paylaşım, ne etik ne de başka değerler. Hayret ki ne hayret. “Altta kalanın canı çıksın” çocukluğumuzda bir oyun sözüyken, büyük yaşlarda oynadığımız oyunların gerçeği oluyor. Ve altta kalana bakılmıyor bile. Mazeretlerle yürekler, ruhlar rahatlatılıyor.

Kıyma makinasından geçip sağ kurtulanlarda, bu boğucu süreçlerden çıktıklarında hep aynı “Hayatı kaçırmayın” teraneleri. Yetiştirdiği yeni kapital patron yamağı ile karşılaştığında, sahte sohbetler genelde. Bu kez sohbette roller değişmiş. Eski yamak, yeni sanal patron karbon kopyası, bir zamanlar eski amirinin öğrettiği şekilde, tebessümle onu izliyor. Hatta çok saygılı pozlarda sırtını sıvazlayıp yolluyor. Babalarına yaptıklarını oğullarından gören babalar misali ardına bile bakmadan ayrılırken, “Bunu ben mi yarattım?” diye sormak için çok geç olduğunu biliyor eski CC (Carbon Copy). Biliyor ama gerçekler rahatsız edici. Hemen geleneksellik ve dogmanın içine kendini atıp “Şükür bugünlere de” diyerek “check-up” tarihi almak için “….. Hospital”e girerken “hiç olmazsa imkanım var” diyerek avunsa da, makinanın ömrünün belli olduğunu biliyor. Bu kadar gergin bir hayat yaşamasaydı genetik olmayan arazları da baş göstermeyebilirdi en azından.

Yeni patron konumuna oturanlardaysa hızını alamayıp, çıtayı kendinden öncekinin daha yükseğine taşımak diyerek vahşi kapitalist akışa kapılıp, performans değerlendirmeleri yapmalar, daha az zamanda daha çok iş istemeler, “seni anlıyorum ama burada da yapılması gereken bir iş var” söylevleri. Peki ya vicdan? Özeleştirici? İçselleştirme? Samimiyet?

Büyük sahibe kazandırdığı paranın ne kadarı kendine dönüyor, karın veya kazanılanın ne kadarı daha aşağıdakilerin hayatının iyileşmesine harcanıyor?

“Sen de abartma. Dünyanın sistemi bu!” diyenleri duyar gibiyim. Diyedursunlar. Aksinin kabulü kendi yaşadıklarının inkârı olacağından, sisteme uyuyorlar. Zira sisteme uymayanın ne hale geldiğinin örnekleri ortada. Altından arabası alınmış, artık Kanarya Adalarına tatile gidemeyecek, çocuğunun Viyana’da okurken ailece hafta sonlarında onun yanında olamayacağı veya şirket kartı ile yaptıkları hovardalıkları yapamayacakları bir dünya düşünülebilir mi?

Bu durumda çok önemli ve bitmeyen toplantılardayken, senin aramana cevap mı verecek?
Çözüm; al meşgule ve standart hale gelen mesajını hemen yolla.

“Toplantıdayım. Sizi daha sonra arayacağım.”

20 Mayıs 2014 Salı

UMUT, ŞİFA ve MÜLKİYET

UMUT, ŞİFA ve MÜLKİYET

Mülkiyet Bütün Kötülüklerin Anasıdır.
Hesiodos (MÖ. 800), 
Jean-Jacques Rousseau (1712-1778)
Cervantes (1547-1616)

Mutsuz musunuz?
Umutsuz musunuz?
Yoksa her ikisi de mi?

Beklentiniz ölçüsünde değişik, ama hangisini seçtiyseniz doğru algı durumundasınız.
Son zamanlar dünyada sahnelenen gösteri öyle umutsuzmuş gibi algılatılıyor ki, sormayın.

Neredeyse saat başı değişen gündemler.
Bir felaket veya kötü haberi, en son patlak vereninin unutturmasına dayalı film akıp gidiyor.
Tabii ki genelde de mutsuz ve umutsuz çoğunluklar.

Kimisi zar zor hayatta kalırken, kimisi arabayı değiştirememekten dertli.
Bir odasında 6 kişi yaşanılan evlerin yanında, yıllarca gidilemeyen yazlıklar, çiftlikler, bağ evleri.
Bazısı “acı patlıcanı kırağı çalmaz, şimdi gidince bin tane şey bulurlar” diyip hastaneden kaçarken,
“50 yaş sonra her beş yılda bir kolonoskopi yapılmalı” diyenler, her altı ayda bir T1, T2, T3, TSH ölçtürme derdinde olanlar.
Ruhsal hazımsızlık ve tatminsizlik belki de hepsinin temelinde yer alıyor.

Doğal olarak, bu tür ruhani dertlere deva çabaları da bu yalan dünyanın bir parçası olmuş.
İster illüzyon deyin, ister gösteri, ister hayal dünyası, ister “Matris”.
Filme kendinizi kaptırmaya görün.
Bu gösteriyi izleye izleye hastalanmamak mümkün değil.
Bu filme kendini kaptıranların sayısı da azımsanmayacak kadar çok.
Yaralanmışların yaralarına merhem olmaya çalışanlar da ortada dolaşıyor.
Aklı yettiğince derman olma çabasındalar.

Hele bu şifa terapilerinin Anglosakson, Hint sosluları veya değişik karışımları tadından yenmiyor.
Evrene enerji gönderen gönderene. Enerji patlaması.
Halleri de ayrı ayrı komik.
Sürekli vınlayanından, mımmmlayanına, hipnozcusundan, medyumuna, sigara bırakma terapisinden, bilişselcisine, ışığı göreninden, nefes alıcısına, diye uzayıp gidiyor liste…

Şifacının da tedaviye muhtaç olduğunu hiç düşünüyor muyuz?
Çoğu travmalardan, acı sarmallarından çıkmış.
O ya da bu şekilde bir aydınlanma sonrası şifa dağıtmaya başlamışlar.
Tıp bilimini tahsil edenler de var, etmeyenler de.
Gerçekten yaşamı okuyabilip hazmedenleri de çıkmıyor değil.
Ancak çoğu, umudun varlığı ile oynuyor.
Karşı çıktığınızda da adınız ya “tedavi veya bilgi almaya henüz hazır değilsiniz”e veya “çakralarınız çok kapalı”ya varırsa şaşırmayın.
Yine de, umudu ve mutluluğu yakalama çabası sürüyor.
Tabii ki, ücreti mukabil.
E tabi, bu kadar çabaya karşılık olan belli bir cukkayı, pardon, cüzi ücreti çok görmemek lazım.

Dert ne peki?
Dert bir değil ki.
Ama illüzyon içinde yaşatılanlar asıl dertler değil. Olmayanı dert olarak icat edip, gidermeye çalışma gibi sonsuz döngüde, bir iş yapıyorMUŞ havası. Fasit daire veya ….

Hem mutsuzuz, yalnızız diye haykırmak, hem de her şeye sahip olmayı ve yalnız kalmayı istemek gibi çelişkili haller, bu filmin nevrotik rollerinde kaybolanların çıkmazları.
Hem kimseye ve hiçbir şeye tahammülümüz yok, hem de her şey benim olsun isteğimiz, doymak bilmemek tavan yapmış, ayyuka çıkmış.

Çakma, takma ve tutunma tipi sevgilerle maçı idareye çalışanlar.
Peki, sevgi, içtenlik, masumiyet, samimiyet nerede, hangi zamanlarda kaldı?

Sanıyorum bu soruların cevabını Jean-Jacques Rousseau (Jan Jak Russo) biliyordu.
İlk suçu işleyenin evinin veya arsasının etrafına çit çeken olduğunu söyleyerek önemli tespitini yapmıştı;
“Mülkiyet, bütün kötülüklerin anasıdır”

Delice bir “sahip olma” hastalığı o andan itibaren başladı.
Peki “O an”, ne zamandı?

Tarımın icat edildiği zaman olsa gerek.
“Benim tarlam çık dışarı” diye hırlaşanlar olmuş olabilir.

O an ne zamandı tam bilinmez ama geldiği nokta, inanılır bir halde değil.
Akıl almaz bir hırs, doymazlık ve rezillikte bir madde bağımlılığı.
En fazla şifa dağıtıyoruz diyenlerde tavan yapmış durumda bu hastalık.
Gerçek şifacılar ise köşelerinde, ilahi adalet ve zamanlarını bekliyorlar.
Keşke beklemeseler de sahaya gelseler.

Kısacası bu mülkiyet yok mu, başımızın belası.
Fıtratında var galiba insanın mülkiyet.
Hay fıtratına…

20 Mayıs 2014,
Ortaköy

Yukarıda anlatılanlar İstanbul ağırlıklı bir hikâyedir.
Tüm dünyayı etkilemek isteyen bu hikâyeden payını almamışlara ne mutlu.
Başka bir yazıda “İstanbul Türkiye midir?” konusunu işleyelim mi?

* İllüzyon, duyu yanılsaması ve yanılsama olarak bilinir. Gerçek bir nesnenin duyular üzerindeki izlenimlerinin yanlış değerlendirilmesidir. (http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/ill%C3%BCzyon)


18 Mayıs 2014 Pazar

SOMA ve JAPONYA

SOMA ve JAPONYA

Alnındaki ter damlalarına, kederli ve yorgun gözleri eşlik ediyordu. Gözleri yere eğilmişti. Dizlerinin üzerine oturur haldeydi. Kafasını yerden kaldırıp, odaya girdikleri kapıya doğru baktığında derin bir nefes aldı. Gözlerini hafifçe kıstığının ve alt dudağını ısırmakta olduğunun farkında değildi. Soluk alışları hızlanmıştı. Alnı kırıştı. Nefesi kesildi önce. Ağzı kurudu ama az daha direnmeliydi.

Hafifçe sallandı önce. Her şey en fazla beş, altı saniye almıştı. Gözleri karardı. Öne sağ tarafa yavaşça meyleden vücudu, dikliğini kaybederek kafası üzerine yere doğru yığıldı. Tahta zemine süzülmeye başlayan kırmızılık, ufak bir sel gibi yere yayılıyordu.

Yardımcısı hızla ama işin ruhunun gerektirdiği itina ile anında görevini yaptı. İşi bittiğinde, saygıyla kafasını eğerek yerdekini selamladı.

Samuray boşluğa baksa da, gözlerinde, hesabı şimdilik kendince kapatılmış, onurlu bir yaşamdaki sorumluluğu almanın kararlı bakışları kalmıştı.….”


.   .   .   .   .   .


Alnındaki ter damlalarına, korkulu ve yorgun tavırları eşlik ederken gözleri odanın etrafında hızlıca dolanıp duruyordu. Gömüldüğü deri koltukta sinirli biçimde, hırsla bakarak kafasını çevirip odaya girdikleri kapıya doğru baktığında derin bir nefes aldı. Gözlerini hafifçe kısarken, dalgın bakışları arasında sakal ve bıyıklarını yolduğunun farkında değildi. Nefes nefese kalmış gibiydi. Alnı kırışık, gözleri kısıktı. Nefesi kesildi bir an. Ağzı kurudu ama  direnmeliydi.

Birdenbire silkindi. Kararlı, kendinden emin bir hal aldı. Dikleşti. Suratına masum ve üzüntülü bir maske takmaya çalışırken, aynı zamanda kararlı biri gibi görünüşe bürünmesi en fazla beş, altı saniye almıştı. Kapıya yöneldi.

Kapıdan çıkar çıkmaz, bağırmalar, çığlıklar, feryatlar ve lanet okumalar başladı. Bir ses ve üzüntü selinin önündeki kapaklar kaldırılmış, üzerine doğru geliyordu sanki. Zaman birden hızla ilerlemeye başlamıştı. Gözleri karardı. Selin şiddetinden kaçmak için yanındaki fedai takımıyla birlikte markete doğru sürüklendi. Gerginliği artıyordu.

Kontrolsüzce giderken aniden sağ tarafa eğilen vücudu, panik içinde önünde engel olduğunu düşündüğü birine tokat salladı ve itti. Adam kafası üzerine yere doğru yığıldı.

Feadileri görevini yerine getirmek için hareketlendiler. Ve görevlerini hızlı yaptılar. Zemine süzülmeye başlayan kırmızılık, etrafa sıvanıyordu. Sahiplerine “oldu mu?” dercesine bakıyorlardı.

Yüzünü marketin dışındaki kızgın, kırgın, yorgun ama öfkeleriyle haykıran kalabalığa çevirdiğinde, gözlerinde hesabı kapatılmamış bir geleceğin korkuyla karışık, hınç dolu bakışları vardı.

Kontrol dışı, sık sık aldığı nefesle kin ve hiddet dolu bakışları, her şeyi göze alacağı yıkıcı bir geleceği gösteriyordu. Sinirliydi.


Ancak kalabalık da en az onun kadar kararlıydı ve dışarıda bekliyordu…”


10 Mayıs 2014 Cumartesi

40'lı YAŞLAR ve ARAF...

KENDİNİ TANIMAK ve ARAFTA KALMAK

Arafta Yaşanan Yıllar
“Ergenlik veya 40+ Dönemi”

Durmak bilmiyor zaman. Durmadığı gibi yaş aldıkça da hızlanıyor namert.

İnsanın kendini tanıması, gelişimin en tepe noktası belki. Gerçek kendini bilme durumu da zor zanaat.

Kendini tanıma, anlama yerine, birine veya bir şeye benzemeye çalışanlar çok sayıda. Kabul görmek adına bir şeylere benzemeye çalışmak çok faydalı bir tedavi, ama kime? Bu benzemeye çalışma, kendini bu yolla tanımlama hali, çok erken dönemlerde, bilinç denilen lanet sahtekârın uyanmasıyla devreye giriyor. Daha yeni yeni konuşmaya başladığında “abi, abla” olduğunu söyleyen bebelerden itibaren başlayan bir taklit ve varoluş çabası.

Sonraki süreçlerde de değişik statülerde üzerine uydurmaya çalıştığı farklı kimlikleri taşıyor birçok kişi. Takım taraftarlığı, siyasi parti yoldaşlığı, etnik bir gruba ait olma ve bunları aşırı yüceltme durumları. Gerçekte hayatta kalma ve varoluş adına aranan destek noktaları bunlar. Gruba ait olma birçok kişiye kimlik oluyor.

Kendini bilme noktasına acısız, sızısız gelinmiyor maalesef. Biraz işkence durumları yaşanmıyor değil. Hele bir de gelenekselin dayatıldığı bir çevrede yaşıyorsanız.

Takma bir aidiyet içselleştirilmeye, üzerine uydurulmaya çalışılsa ve bir şeye ait gibi görünse de bir ömür boyu, “Kim ve Ne” olduğunu bilemeden aralarda, ortalarda dolaşıyor kimileri. Hatta bu dolaşma aslında çoğu zaman başı kesik tavuk misali oluyor. İşte bu arada kalma durumuna “arafta olmak” diyorum.

Arafta Olmak…

Kendini bilmeme özünden başlayan; Olmak istediği yerde olamamak, istediklerini elde edememek, umutsuz kalmak, sonuca ulaşamamak bu aralarda kalınan kararsız halin, yani arafta kalmanın can sıkıcı durumları belki de.

Kararsız süreçler mutsuz ediyor insanı. Psikoloji “Confict” diyor sanırım, Türkçesiyle “Çatışma” hali, içimizde yaşanan büyüklü küçüklü bir harp hali yani. Aralarda kalınan her zaman dilimi böyle bir savaşma durumundan dolayı sıkıntı veriyor insana. Kendini bilmezse insan, hep süren bir savaş oluyor bu. Bir sürü sudan, yalandan sebep söylense de asıl özü içimizdeki bizi bilmemekten, anlayamamaktan bazen de kabul edememekten kaynaklanan içsel çatışmalar.

Sorular…

Olanı veya yaşanılanı aşırı didiklemeden kabule daha yatkınların, beklentilerini benzer mantıkla sınırlayabilenlerin, anlamsız bir savaşa girmeden gelenekselin ve kabul görmüşlüğün bayrağını taşıdıkları görece güvenli ve mutlu hayatları var mı? Bu, iki arada bir derede hallerde tadı alınamayan hayatlar mı yaşanıyor? Arafta kalmamak için ne yapmalı?

Sorular, sorular, sorular…

Seçimler…

Bazıları “Bunların hepsi SEÇİM meselesi” diyor. Seçimlere göre hayatlar yaşanıyor(muş). Elbette genel geçer düşünce, hayatın bir seçimler ağacı olduğunu söylüyor. Bu yaklaşıma karşı çıkmak anlamsız. Anlamsız da, seçimler neden ve nasıl yapılıyor acaba? Arzu edildiğinden mi, uzun dönemli mantıklı bakışlarla belli süreçlere katlanılarak mı, güvenlik kaygısıyla mı, kendimizi zorlayarak mı? Zorunlu seçimlere itilenler yok mu?

Peki ya seçememeler? Başka bir mantık ise, seçmemenin de bir seçim olduğu. Mutluluk veya Mutsuzluk da bir seçim (diyor bir arkadaşım). Ya haline acı ve çök, ya da dikil ve çabala, hayatı yakala.

Ne zaman ve hangi durumlarda arafta kalıyoruz?

Ergenlik…

Ergenliğin tanımını, 1980’lerde yayınlanan bir mizah dergisinde,  yanılmıyorsam  Yalçın PEKŞEN şöyle yapıyordu; “Hani kısa pantolonla mahallede dolaşamazsınız ama mahalle kahvesine de almazlar sizi. İşte öyle süreçtir ergenlik”.

Peki ya ilerleyen yaşların bundan farkı ne?

Cevabı hemen verirsek, “Yok aslında birbirinden farkı.”

40+ Hayatlar ve Sosyal Aidiyet Durumları…

Her yaşta, sosyal çevre ve statü değişimlerinde bu araf durumu yokluyor insanları. Özellikle de dayatılan, genel kabul edilmiş statü değişikliklerinde.

Emekli olan iş hayatıyla, çalışmayanlar arasında arafta kalıyor.
Sevgilisinden ayrılan, aşıklar ve yalnızlar arasında.
Yıllarca evli yaşayıp boşananlar, bekârlar ve evliler dünyası arasında dolanırken,
İnancı sorgulayan din ile bilim arasında kalıyor.
Terfi eden, eski arkadaşlarına karşı durumlarda arafta.

Partisinden kopup arafta kalan var mı bilemiyorum? Siyasete gönül verenlerin bugün AK diyen çizgisi silik olduğundan yarın KARA derlerse şaşırmıyorum. Hep kararlı gibiler ama “Tutarlı” olmadıkları kesin. Bu evrensel bir ilüzyon.

Hindistan’da söz edilen “Kast” usulü sosyal statüler arası geçiş zor derlerdi eskiden. Böyleyse herkes kendi kastı içinde kararlı durumda herhalde. Belki de Hintlilerin nihilizme (hiççiliğe) varan ve mutluluğu vaat eden felsefelerinin temellerinde bu arafta kalmama yani kararlı olma ve kendini bilme hali yatıyordur. Araştırmak lazım.

Araf Hali Zihinsel Bir Durum…

O ya da bu şekilde yaşadığımız hayatta temel gereksinimlerin en azda karşılandığı bir ortamda arafta kalma hali zihinde yaratılan bir değerlendirme ve algılama durumu.

Hayatımız kendimizin çizdiği bir resim veya resimler. Bu kendi çizdiğimiz resim de, ne kadar kendimizi tanıyorsak o kadar kendi resmimiz oluyor. Yoksa onun bunun beğenmesi için çizilmiş, genele ait resimler.

Değişim Süreçlerine Dikkat…

Değişimlerde arafta kalınmış olunuyor. Her türlü değişim kendi kararlı zeminini oluşturmak üzere bir geçiş, oturma süreci gerektiriyor.

“Sorgulama” her rahatsız edici şeyin başlangıcı.
Maalesef gelişme için de, bu sorgulama gerekiyor.
“No Pain No Gain” durumu yani.

Gelişme varsa, değişim var demektir.
Değişim olunca da arafta kalma halleri kaçınılmaz.
Bu geçişleri ne kadar yoğun hissettiğimiz ise zihnimizle ilgili.

Aynadakini Tanıyor musunuz?

İnsanın kendine tutacağı ayna genelde rahatsız edici oluyor ona sürekli bakınca. Maddi olarak deneyin bakın. Alın bir aynayı elinize veya geçin karşısına, üç dakika suratınıza bakın. Öyle tam gözlerinizin içine falan da demiyorum, yüzünüzü inceleyin işte. Aynada gördüğünüz kim? İnanın gördüğünüzden belli bir süre sonra kendiniz rahatsız olacaksınız. Siz, sizi kabul etmede zorlanacaksınız. Çünkü muhtemelen tanımadığınız birini ve sizi rahatsız eden anlamaya çalışan sorgulayıcı bakışları göreceksiniz.

Hayatımız, kendimiz dâhil kimseyi tanıyamamak ve birçok şeyi bilememekle geçiyor. Çoğumuz için geçerli bu hal. Bu bilememek hali de bana göre gerçek arafta kalmak.

Hayatının dümenine kendi geçip, rotasını kendi belirleyemeyenler; tavsiye rotaların ve akılların göstereceği limanlarına yolculuk ederler.

45+’da Durumlar…

Hala delikanlı ruhluyum. Ruh halinin ötesinde kendimi genç sanma halim var. Geçen gün bir yemekte konuşmaları dinlerken, bir anda fark ettim ki gençlerle aynı ortamda değiliz. Söylenenleri düşündüm ve daldım kendi dünyama. Yılları dikkate almayan gönlümde etrafımda yaşananlara bu kez kendimi de içine katarak dışarıdan baktım. Bir de ne göreyim, arafta kalmışım da haberim yok.

Son aylarda fotoğraf kurslarına gidiyor ve bol bol fotoğraf çekiyorum. Sanki tüm hayatım boyunca zihnime çektiğim fotoğraflar yetmez gibi. Sonra aklıma bir fikir takıldı. Bir fotoğraf projesi yapsam mı ne? Nereye mi? Huzurevi, mezarlıklar, plajlar ya da gece kulüplerine.

Gidince anlarım yerimi.

Hiç olmazsa arafta kalmam...

Ortaköy, İstanbul

12 Mayıs 2014

TECRİT, EVDE ZAMANLAR ve SADHGURU’DAN İNCİLER…

TECRİT, EVDE ZAMANLAR ve SADHGURU’DAN İNCİLER… (SIKILMA ÜZERİNE) (Bu yazı 25+ ile -60 yaş aralığına daha uygundur sanıyorum. Dalga g...