16 Haziran 2014 Pazartesi

MİDİLLİ

GÜNLÜK GÜNEŞLİK KOMŞU KIYININ BENZER ADASI

“MİDİLLİ”

Gürcan Elbek


“…..
takalar geçiyor yükle yürekle
takalar geçiyor emekle dolu
günlük güneşlik kıyılarından kopmuş
denizlerde Anadolu…”

Bülent Ecevit’in “Takalar” şiirinde geçen günlük güneşlik kıyıların, her şeyiyle bize en yakınlarından birine, Türkiye’ye sadece 5 mil uzaktaki Midilli Adasına, Ayvalık’tan bir buçuk saatlik kısacık bir deniz yolculuğuyla ulaşılıyor.

Ege denizinde irili ufaklı sayıları 2000’i bulan ada oluşumları var. Midilli, benim gezi listemde bulunan yirmiyi aşkın Yunan adalarının Girit ve Eğriboz’dan sonra üçüncü büyük adası. Ada dünyada Lesbos veya Lesvos olarak tanınıyor. Antik çağın ünlü şairleri Alcaeus ve Sapho’nun memleketi olan ada, Sapho’nun sevici  olması nedeniyle kadın eşcinsellere verilen “Lezbiyen” adının da çıkış yeri.

Bir buçuk saatte Midilli’ye…

Kısa süren gümrük işlemleri sonrasında adadayız. Annem ve babamla birlikte tümünü olmasa da Türkiye’ye bakan yüzünü bir hafta sonunda Ayvalık hareketli turistik bir organizasyonla keşfetmeye çalıştığımız Midilli’de gidilecek birçok yer var. Her gezi yazımda olduğu gibi gördüklerimi paylaşıp, anlatılmadıklarımı daha sonraki yazılarımda anlatma arzusuyla doluyum.

Yunanca “Mitilini” adı verilmiş kent adanın idari merkezi ve en büyük kenti. Hafta sonu gezimizde 30 yıldır Midilli turlarının rehberliğini yaptığını söyleyen Hasan beyle birlikteyiz. Karısının ailesi 1923-1924 yıllarındaki mübadelede Midilli’den Türkiye’ye gelmiş. Uzun zamandır bu topraklarla ilişkisi olan rehberimiz Hasan Bey daha ilk dakikadan; şivesi, kendine has anlatım, yorum ve değerlendirmeleriyle 78 yaşına kadar gözlemlediği Midilli’sini heybesinde biriktirdiği hikâyelerle birlikte anlatmaya başlıyor.

İlk hislerim, hemen karşısındaki Ayvalık’a nazaran daha sakin gözüken bir yerde olduğumuz.


Türk Çarşısı ve Mahallesi…

Mytilini’deki ilk adımlarımızda tarihi çarşısının bulunduğu “Ermou” caddesindeyiz. Trafiğe kapalı cadde boyunca uzanan çarşıyı gezerken Türkçe levhaları izleyip, esnafın Türkçe “Merhaba!” “Hoşgeldiniz!” sözleriyle ilerliyoruz. İlk adımlarla birlikte bizim topraklarımızdayız hissi. Fırınların vitrinlerinde dizilmiş ekmekler, pastanelerdeki hamur işleri, eski tip berber salonları, küçük esnaf lokantaları ve hediyelik eşya dükkânlarının yanından geçerken kafelerden mis gibi kahve kokuları ile birlikte her şey tanıdık geliyor.

Türk mahallesine gelmeden önce yol üstü ilk uğrak noktamız 16. Yüzyılda inşa edilmiş olan “Aziz Athanasius” Katedrali. Adada neredeyse her yerleşimde göreceğimiz kiliselerin ilki bu.

Ermou caddesinin sonunda Türk mahallesinde, Osmanlı’dan kalma mimari eserler çökmek üzere görüntüleriyle bizi karşılıyor. Minaresi yıkılmış Yeni Cami, Türk hamamı ve hemen karşısındaki tarihi genelevin zorlukla ayakta duran kalıntılarını izliyoruz. Ayvalık’ta Alibey Adası’nda (Cunda) metruk hale gelmiş ve (özel girişim haricinde) bizim ilgisiz kaldığımız kiliselerin benzeri durumunda Türk mimari kalıntıları da burada. İlgisizlik açısından da benzer bir durum yani.

Her Şey Benzer…

Buraya gelirseniz klasik hale gelen benzetme cümlelerini sizin de kullanacağınızdan eminim. İsimler değişse de davranışlar, alışkanlıklar, yiyecekler, içecekler, yaklaşımlar çok benzer. Ayrı olan tek şey din ama ona yaklaşım ve tutuculuk da benzer tarzda uygulanıyor.

Politika ve dinden arınmış anlarda, çok farkları olmayan sade insanların birbirlerine yakın dünyasındayız. Özellikle çocuklar ve yaşlılarla merhabalar sadece insani duygularla, gülen gözlerle birbirine bağlıyor insanları.

Yemekler…

Türk mahallesinden geçip Yukarı İskele anlamındaki “Epano Skala”da deniz kenarında gökyüzü anlamına gelen Uranos Tavernasında öğle yemeğimizi yiyoruz. Grek Salata üzerinde koca bir dilim (beyaz) feta peyniriyle taptaze domatesler, yeşillikler ve bol zeytinyağı. İmambayıldıya, İmam diyorlar ve çok leziz. Dolmalar anneminkilerin seviyesine ulaşmasa da severek yiyorum. Kabak çiçeğinden yapılmış mücver bu öğlenki başka bir seçimimiz. Sardalye, çipura, kalamar, karides ve burada saymadığım deniz ürünlerinin tümü taptaze. Bu tazelik adadaki iki gün içinde nerede yediysek aynı şekilde sürdü.

Uzo üretiminin merkezi…

Midilli, dünya çapında kalite ve çoklukta, büyüklü küçüklü Uzo imalathaneleriyle doluymuş. Bunların en büyüklerinden, ilk imalathanesi Plomari’de kurulmuş Barbayanni’nin farklı alkol derecelerinde üç kalite rakısı var. Mavi renk ambalajlısı 46 dereceyken, yeşili 40 derece. En kalitelisinin ise Barbayanni Afrodit olduğu söyleniyor. Üretim merkezinin önemli bir bölümü Atina yakınlarına taşınsa da Plomari’deki tesisleri müze olarak gezebilirsiniz. Barbayanninin yanında Arvaniti’nin de dünyada en fazla tanınan uzo olduğu söyleniyor. Pitsiladi, Mini, Kefi, Samara diğer uzo markaları.

Uzo üretiminde kullanılan anason Türkiye’den geliyormuş. Midilli çarşısından Yannis isimli ve daha önce İstanbul’da yaşayan bir esnaf Türkiye’den getirip, üretici işletmelere dağıtıyormuş. Barbayanni ise sadece kendi üretim ihtiyacı kadar anason ekip yetiştirebiliyor.

Uzo’nun yanında, Yunanistan’a özel Mhytos, Fix, Destina ve Alfa marka biraları var. Mythos ve Destina’yı denedik, memnun kaldık.

Sulak Bölgeler ve Bitki Örtüsü…

Seramik ve tahta oymacılıkla meşhur dağ köyü Agiasos’a gelirken, birçok su kaynağı ve dereye rastlıyoruz. Özellikle yer altı suları çok fazlaymış. Rehberimizin deyişine göre Kaz dağlarından geliyormuş. Buna inanmaya biraz şüpheyle yanaşsam da bu tür yaklaşımları üstü kapalı biçimde, bağlılık ve birlikteliği arzu eden toplulukların ürettiği zararsız hikayeler, hoş yaklaşımlar olarak karşılıyorum. Uzmanlara sormak gerek, belki de doğrudur. Midilli’nin su ihtiyacının yarısını burası karşılıyor diyor rehberimiz. Etraf yemyeşil. Ceviz, kestane, armut, kiraz dâhil envai çeşit meyve ağaçları dolu sağımız solumuz.

Adanın bu doğu kısmını kapsayan gezimizde, sıklıkla zeytin ağaçları ve çam ormanları göze çarpıyor. Zeytincilik adanın temel geçim kaynaklarından. Adadaki yaklaşık 13 milyon zeytin ağacından 50 bin ton zeytinyağı üretiliyor. Kuzeyde pek zeytinlik yok ancak orada da koyun ve keçi çobanlığı yapıyorlarmış. Birçok mandıra var. 6 kilo koyun sütünden bir kilo peynir elde ediliyor diyor Hasan Bey. Çeşit çeşit peynirler; hellime benzer kızartma için olanı, gravyer, tulum (deri içinde), bir de mutlaka Yunan (Grek) salataların üzerinde bulunan bizim beyazının muadili Feta peyniri.

Avrupa Birliği kriterlerinin getirdiği zorlamalarla vesaire işçiliklerin yüksek olması nedeniyle zeytincilik karlılığını kaybetmeye başlamış. Bayan işçi yövmiyesi 40 Euro, erkek sırıkçıların yövmiyesi 50 Euro olmuş. Toplama maliyetinden arınmak için ağaçların altına ağ döşüyorlarmış son yıllarda. Bir iki hafta boyunca rüzgârda dökülen zeytini topluyorlar ve biraz daha ucuza mal ediyorlarmış. Ne kadar verimli, tartışılır tabii.

Kaçakçılar ve Kaçırılanlar için Hapishane…

İlerlerken uluslararası medyadan görüntülerine alışık olduğumuz tipte, yeni inşa edilmekte olan bir açık hava hapishanenin, tecrit alanının yanından geçiyoruz. Mülteciler için yapılan zeytin ağaçları içindeki bu hapishaneye modern “Guantanamo” diyorum. Sakız Adasında da benzer bir hapishane varmış. Cezası fazla olanlar ise Atina’ya gönderiliyormuş.

Keremia köyünden geçiyoruz. Eskiden tüm adaya tuğla ve kiremit üreten ocaklar varmış. Kiremitten gelen adıyla Keremia’yı geçip Agiasos’a ilerliyoruz. Her ne kadar Agiasos diye yazıp okusam da rehberimiz “Ayasos” diyor buraya, aklınızda bulunsun.


Agiasos dağ köyü ve ressam Theofilos…

Agiasos, seramik ve tahta işleri ile ünlü bir dağ köyü olduğunu söylemiştim. Köyde ceviz ağacı bol olduğundan oymalar cevizden yapılıyor genelde.

Çok sayıda Türk geldiğinden, Türk misafirlerine, üzerinde bizim meşhur spor kulüplerimizin armalarının işlediği tavlalar ilk dikkat çeken tahta işleri. Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe armaları üzerlerinde. Çok fazla çeşit ve boyutta dekoratif ağaç işleri bulunuyor.

Tur otobüsümüzün geldiği Agiasos merkezinden tatlı bir yokuşla yukarı doğru tırmanmaya başlıyoruz. Tertemiz ve düzgün Arnavut kaldırımı sokaklarının iki yanında evlerle karışmış, dükkânlar boyunca 150-200 metre ilerlediğimizde oldukça büyük Panaya Aya Sion Kilisesine ulaşılıyor. “Panaya”, Meryem Ana demek. Oldukça önemli ve meşhur bir ritüel olarak Mitilini’den Agiasos’daki Panaya Aya Sion Kilisesine 26 kilometrelik yolu yürüyerek geliyorlarmış.

Ada genelinde dar sokakların üst kısımlarını kaplayan sarmaşıkların yarattığı ortam ruha rahatlık, mutluluk veriyor. Kiliseye yaklaşırken bu tip tepesi sarmaşıklarla kaplanmış sokağın girişindeki modern görünümlü kafelerde içkilerini yudumlayanlar Agiasos dağ köyünün keyfini çıkartıyorlar. Burada öyle kiliseye 100 metre mesafede içki satılmaz yasakları gibi uygulamalar da yok. Adada oldukça dindar bir Hıristiyan topluluk var. Ziyaretçiler de her köy ya da kasabada mutlaka bu kiliseleri ziyaret ediyorlar.

Agiasos’taki Panaya Aya Sion Kilisesinin avlusuna girilen kapının yirmi adım ilerisinde Ayvalık Cunda’daki taşkahveyle birebir bir kahve bulunuyor. Meydanlık alanda bu kahvede çınar ağaçlarının altında içtiğim Yunan kahvesinin lezzeti 40 yıl seve seve hatırı kalacak kadar mükemmeldi. Gerçekten abartı yok. Yunan kahvesi dediğime bakmayın. Yiyecek ve içeceklerde Yunan dediğim her şeyi Türk olarak anlayın siz. Onlarda da aynı anlayışın tersi var. Yoğurdun Yunan icadı olduğunu hayatındaki en büyük gerçek olarak savunacak çok kişi bulabilirsiniz.

Yiyeceklerin Ortak Adları…

Kadayıfi, Baklava, Dolmas, Kofte, İmam, Cacıki, Musakka, Fava ile başlayıp bitmeyecek gibi uzayıp giden bir liste. Eee dile kolay, yüzyıllarca aynı topraklarda birlikte yaşamış aynı ürünlerin yetiştiği, aynı coğrafyada kültürün birlikte şekillendiği toplumlarda yemekler de, tatlılar da, içkiler de, alışkanlıkların çoğu da aynı.

Ressam Theofilos’un evi olan Çınar Kovuğu…

Agiasos’tan dönüşte, aşağı iniş yolunda su kaynaklarının ve dev bir çınarın kalıntılarının bulunduğu sulak ve yemyeşil bir çay bahçesine geliyoruz. Kahveye girmeden yolun karşısında adaçayından, rezeneye ve bir sürü şifalı otları tezgâhına koymuş, üzerini boyadığı su kabaklarını satan köylüler var.

Bu yeri, Marmaris’in giriş yolunda bulunan Çınar Restoranın bahçesine benzetiyorum. Buradaki çınar ağacının kovuğu öldükten sonra meşhur olmuş ressam Theofilos’un sığındığı yermiş. Gariban ressama bir şeyler çizdirirler ve küçük paralar verirlermiş. O ağacın kovuğunda yaşamış yıllarca.

Sakinlik ve Temizlik…

Midilli sakin ve temiz bir ada. Bir de 75-80 yaşlarını almış anne-babayla yapılan gezi doğal olarak sakin geçiyor. Özellikle Mitilini’den içerilere doğru gidildikçe sakinlik daha da artıyor.

Adanın geneli oldukça temiz. Sokaklar ve çarşılar da bu temiz düzene uygunlar. Salaş veya lüks, neredeyse mekânların hepsinde tuvaletler pırıl pırıldı. Medeniyetin önemli ölçütlerinden biri olarak gördüğüm bu tuvalet temizliğinin altını çizerek aktarmak istiyorum.

Adada merkezileştirilen belediye anlayışını Mitilini’den uzak olan beldelerde özellikle temizlik konusunda sıkıntı yaratmaya başladığını ve bu maliyet etkin ekonomik yaklaşımın uygulamada adalıları rahatsız ettiğini hemen hemen tümü ifade etti.

Eğlence…

Molivos’da akşam yemeği için gittiğimiz “El Greco” tavernasında buzuki eşliğinde klasik Yunan folk müziği ile keyifli anlar yaşadık. Görece gençlerin gideceği gece kulüpleri ve barlar daha hareketlidir sanıyorum. Özelikle Molivos bu konuda potansiyeli olan bir yer gibi geldi bana.

Yollar…

Adanın iç taraflara giden yollar düzgün. Bol miktarda motosiklet kullanımı dikkat çekiyor. Çok az yerde yamalı yol var. Midilli’nin doğu kısmını kapsayan gezimizde toprak yola rastlamadık. Batı kısmına gidince göreceğim.

“Kandylakia”; Ölenlere Yol Kenarı Anıtları…

Trafik kazalarında ölenlerin anısına yol kenarlarına dikilmiş minyatür kilise, şapel benzeri anıtlar var. Kazanın olduğu yere bu küçücük yapılardan dikiliyor. Maalesef sayıları da oldukça fazla. Aynı uygulamayı Şili ve Bolivya’da da görmüştüm. İspanyolca “Amenitas” diyorlardı oralarda, Yunanistan’da ise bunlara “Kandylakia” deniyor. 

Tuzla…

Petra’ya gidiş yolunda denizden tuz elde ettikleri büyük bir “tuzla” gördük. “Tuzla’da 72 tür kuş vardı. Günümüzde göç zamanı uğrak yeri olarak gelen flamingolardan başkası yok” diyor rehberimiz Hasan bey. Eskiyi anlatırken kullandığı “Dürbünlü fotoğraf makineleriyle belgesel çekiyorlardı” tanımına bayıldım. Tuzla’da yılda 20 bin toz tuz üretiyorlarmış. Sonra da deniz yoluyla Pire’ye rafine fabrikasına gönderiliyormuş.

Kısa bir yolculuk sonrası geceyi geçireceğimiz Petra’ya ulaştık.

                                                
Petra…

Petra, çok sakin ve sıcak atmosferli bir kıyı kasabası. Sahildeki bakımlı evleri ve apart otellerinde çok sayıda Alman, Hollandalı ve İngiliz’i konuk ediyor. Sahil boyunda, çarşısında, dar sokaklarında dolaşırken yabancılarla yerel halkı iç içe karışmış biçimde görüyorsunuz.

Sahil şeridi boyunca denize ilk sıradan bakan evlerin çoğu bu Avrupalı turistlere ayrılmış gibi. Uzun yıllardır gelip gittikleri belli. Bahçelerine, balkonlarına attıkları masalarda kâğıt oynayanlar, sohbet edenler, içkilerini yudumlayanlar denize sıfır ama vıcık vıcık kalabalıklardan uzak sakin mekânların tadını çıkarıyorlar. Bu da Yunan adalarının bu ücra ama rahat ortamlarının tercih gerekçelerini açıklıyor.

Adadaki hemen hemen her yerleşimde olduğu gibi kıyıya paralel sokaklar, çarşı haline gelmiş mekânlar sarmaşıklarla üzeri kapanmış. Çocukluğumun çadır keyfini hatırlatan hayali bir sığınak gibi güneşten korurken çok huzurlu bir atmosfer de yaratıyor. Petra sahilinin bir sokak gerisindeki benzer sokakta “Barbas” restoranın sahibi Katerina ve kocası arkadaşlıkları ve yakınlıkları her hallerinden belli tatlı insanlardı.

Midilli’de her yerleşimin ayrılmaz parçası kiliseler. Petra’da da kayalık bir tepenin üzerine kurulmuş, 100’ün üzerinde basamakla çıkılan anıtsal kilise, Panaya Glikofilusa’da, pazar sabahı canlı olarak ayini de izlemeniz mümkün. Yukarı çıkıp ayini izleyemeseniz de ilahiler ve merasim Petra’daki hoparlörlerden bütün kasabaya yayınlanıyor.

Benim gidemediğim Agios Nikolaos kilisesindeki 3 katmanlı freskler 16. Yüzyıla kadar uzanan eskiliği ve iyi korunmuş halleriyle dünyadaki benzerlerinin en önemli örneklerinden deniyor.

Geras ve Kaloni Körfezleri…

Adanın güneyinde “Geras” ve “Kaloni” adında çok geniş iki körfez var. Geras; Mitilini’ye yakın olanı, yaklaşık 3,5 mil en ve 5 millik derinliğe sahipken daha büyüğü ve güneydoğu’da yer alan Kaloni 5 mil eni ve 7 millik derinliğiyle oldukça geniş bir körfez.

Festivaller, Panayırlar…

Ada’da çok sayıda festival ve panayırdan üç tanesi öne çıkıyor. Mantamados’da Taksiyaris Manastırında yapılan ve bir boğayı kesip keşkeklerin kaynatıldığı Boğa Festivali, Agiasos’taki Kestane Festivali ve Kaloni’deki Sardalye Festivali.

Sardalye, Ekmek ve Uzo…

Ağustos’un ilk haftasında, Kaloni körfezsinde yakalan karides ve sardalyeler Kaloni iskelesinde kızartılıyor. Fırınlar ekmek dağıtırlarken, Uzo fabrikaları da son üretimlerini bu açık davete katılanlara ücretsiz olarak sunuyormuş. Rehberimiz müzik ve yöresel danslar eşliğinde keyifli bir eğlence yaşandığını söylüyor. Planımı yapıyorum şimdiden. Sardalye, Karides, Ekmek, Uzo ve HAYAT!..

Petra’da geceleyip, ertesi sabah yolumuza devam ediyoruz.


Molivos…

Başka bir havası var Molivos’un. Bana Bodrum’u andıran Molivos, bu adanın şimdiye dek gördüğüm en canlı ve turistik yeri. Tepedeki kalesi, hâkim nokta olarak şehre yaklaşırken ilk dikkat çeken yapı. Kaleyi gezmedim ama kalenin bulunduğu en tepe noktadan aşağıya inişte, rengârenk çiçeklerin süslediği evler, pencereler ile ada klasiği sarmaşıkların doğal gölgelik yaptığı sokaklarından aşağı doğru yürümek çok keyifliydi. Bu inişte birçok restoran ve kafe var. Deniz manzarasıyla, zevkle vakit geçirebileceğiniz yerler.

Aşağıya indiğinizde sağa dönüp denize paralel bir km kadar yürüdüğünüzdeyse yat limanına ulaşıyorsunuz. Bu yürüyüş esnasında sol tarafınızda biraz yukarıdan denizi görürken, sağ tarafınızda kafeler ve dükkânları seyrederek ilerliyorsunuz. Buradaki kafeler, konum olarak çok keyifli mekânlar. Bu yürüyüşün sonlandığı yer, Çeşme Dalyan’ın eski hallerini andıran bir yat limanı. Şık fakat mütevazı bir ortamda, deniz kenarına konulmuş masalarda yemek yemek, içkinizi yudumlamak, kahvenizi içmek keyif veriyor.

Değişen isimler…

Molivos’dan güneye doğru devam eden turumuzda Cumali Köyü’nden geçiyoruz. Cumali köyünün adı Arizvi olmuş. Kale’yi, Pelopi, Güle’nin adını Klio olarak değişmişler. Sanırım adı değişen daha birçok yer var.

İskamnia…

İskamnia, son derece dik bir yamaca kurulmuş bir köy. O denli dik ve yolları dar ki, arabalarını köyün altından geçen ana yola park ediyorlar. İskamnia’nın Türkiye’ye en yakın nokta olduğu söyleniyor. Karşısındaki Behramkale sahilinden, buranın iskelesine mesafe yaklaşık 5 mil. İskamnia’dan bakıldığında Türkiye’deki evler çıplak gözle net olarak görülebiliyor. Antrenmanlı yüzücülerin rahatça kat edeceği bir mesafe.

Yolun kenarında bir dut ağacının dibinde, 1890 yılında bu köyde doğmuş Yunan yazar Stratis Myrivilis’in büstü var. Balkan savaşı ve Anadolu’ya geçici olarak gelen Yunan ordusunda yer almış. Savaş sonunda 1922’de adaya dönmüş.


“Thaksiyaris Mihail” kilise ve manastırı…

Taksiyaris, Mantamados kasabasına bitişik bir Bizans manastırı. Mitilini’ye 36 km mesafede yer alan önemli bir kutsal mekân. Başmelek (Archangel) olarak kabul edilen Taksiyaris Mihail’e adanmış bir kiliseymiş. 1462’de Osmanlıların adayı alması sonrası terk edilmiş. 1897 yılında yeniden inşa ve bakım sonrası faaliyete geçen kilise alanı içindeki küçük odalarla birlikte aynı zamanda manastır olarak hizmet vermekte.

Baş-melek olan Taksiyaris’in yanında 40 keşiş varmış. Rivayete göre bunların 39’u bir korsan baskını sırasında öldürülmüş. Yaralı olarak kurtulan son keşiş diğerlerinin kanlarını toprakla hamur haline getirip, şu anda kilisede bulunan ikonanın başını yapmış. Bu ikonanın yüz renginin zaman zaman değiştiğine inanıyorlar.

Manastıra girişte sağ tarafta görülen savaşçı ve Taksiyaris modeliyle, kilise içinde ikonalar camla kaplanmış. Neredeyse her ziyaretçi bu camları öpüp, tapınıyor. Bir de 8-10 çift metal ayakkabı var sergilenen. İnanışa göre Taksiyaris geceleri bu ayakkabıları giyip dolaşıyor(muş). Hurafe kervanına geceleri ayak seslerinin duyulduğu da takılmış.

Taksiyaris Manastırı adadaki festivallerin en önemli ve büyüğü olan Boğa Festivalinde, devasa kazanlarda keşkeklerin kaynatıldığı yer.

Ortodoks inancında değişik kutlamalar var. Kutlamaların bir tipi de, aziz veya kutsal olduğuna inanılan isimlere bir gün ithaf edilerek yapılanlar. Örneğin Meryemana anlamındaki Maria isminde olanların 15 Ağustos gününü kutlamaları gibi.

Servet ve Hırsızlık…

Kilisede ön kısmı cam ve içi altınlarla dolu üç adet dolap var. Bunlar yapılan adakların gerçekleşmesinden sonra adak sahibinin içine altın bıraktığı dolaplar. Rehberimiz Hasan Beyin anlattığına göre bu dolaplardan en merkezdeki hariç iki kutu dolusu altın çalınmış. Rehberimizin doluluğu anlatan sözleri hoşuma gidiyor. Diyor ki; “Zıngazınk altın doluydu.” Boşalan vitrin tipi kutulara çapraz kılıçlar konulmuş vaziyette bugün. Hikâyeye dönersek hırsızlar bir eksiği ile yakalanmış. Yakalananlar muhtemelen diğer arkadaşlarını öldürüp teslim olmuşlar. Ancak ifadelerinde ölenin parayı alıp ne yaptığını bilmediklerini söylemişler. Ölen de ifade veremeyince, muhtemelen zengin birer mahkûm onlar. Bu adakların toplanması dâhil dini organizasyonların bitmeyen madde bağlılığını ruhani duygu ve inanışla bağdaştıramıyorum.

Bu kilisenin suyunun, pamuğa batırılıp ufak naylon torbalarda taşınan yağının şifalı olduğuna inanıyorlar. Ziyaretçileri de bu ritüelleri sürdürüyor. Bu okunmuş yağın baş ağrısını da geçirdiği söyleniyor. Annem de kırılan el bileğinin rehabilitasyonu için masajda kullanmak üzere bu yağdan aldı. Hayırlısı bakalım.

Despot’un, müftü karşılığı Hıristiyan din görevlisi pozisyonu olduğunu da bu gezide öğrendim.

Manastır Girişinde gerçek uçak…

Başmeleğin Yunan Hava Kuvvetlerinin koruyucusu olduğuna inanıyorlarmış. Bu nedenle başmeleğin kilisesinin önüne de gerçek bir jet konulmuş.

Ölülere muamele…

Bu dünyadaki çilenin ölünce de bitmediğini söyleyip hikâyeyi şöyle anlatıyor rehberimiz; “Hastane önünde ölü gömücüler bekliyor. Hepsi fiyat veriyor. Biri 1200 euroya gömerim diyo, öbürü 1000 euroya. Rekabet sonucu açık eksiltme gibi ihaleyi biri alıyor. Aile hiçbir işe karışmıyo. Ölüyü alıyorlar, traşını yapıyolar, elbisesini giydirip, kravatını falan takıyo, defnediyolar. 4 sene sonra da gömdükleri yerden kemikleri alıp kutulayarak kilisede muhafaza etmek üzere raflara getiriyorlar. Bu kutuların da aidatları var. Atalarının kemiklerine aidat ödüyor evlatlar, torunlar. Para çilesi bitmiyor yani.” Tekrar düşünmeden edemiyorum ruhani dünyanın bu para merakını.

Şöförümüz Stelyo ve Mizah…

Gezi boyunca şoförlüğümüzü yapan Stelyo ile İngilizce konuşarak anlaşıyorum. İngilizce olmasa da insanca anlaşılabilecek bir adam Stelyo, adam gibi adam. Dört kızı ve karısıyla hayat mücadelesinde güzel bir Akdeniz insanı. Esprili de. Babamın “Adada vahşi hayvan var mı?” sorusuna rehberimiz “Bildiğim kadarıyla yaban domuzu haricinde yok. Öyle ayıya falan rastlanmıyor” diyor. Sonra emin olmak için Yunanca Stelyo’ya soruyor. Stelyo’nun beklenmedik yanıtının tercümesi sonrası uzun süre kendimizi tutamadan gülüyoruz. “Sadece Kaynanam var”…


Skala Neon Kidonion, Vrahos (Kaya) Restoran…

Balçık İskelesi diyor Türkler. Kidonion ise Yunanlıların Ayvalık’a verdikleri ad. Bire bir tercümesiyle Yeni Ayvalık. Mitilini’ye dönüş yolunda benim küçük cennetim diyebileceğim, çok huzurlu bir sahil köyü, “Neon Kidonion”a yani Yeni Ayvalık’a geldik.

Ufak bir mendireğin içindeki sandal ve küçük teknelere korunak olan bu minicik sessiz köyün mendireği karşıdan gören restoran kalender ve çok ferah bir mekân. Kaya anlamındaki “Vrahos” Restoran lezzetli, keyifli bir öğle yemeği molası ve Mitilini öncesindeki son durak oluyordu.

Türk Diplomatın Termal tesisi yenileme talebi…

Türklerden kalma bir yerleşke de “Sarı Ilıca”. Onun da adı Termi’ye çevrilmiş. “Sarlıca” olarak telaffuz ediyor Hasan Bey. Sarlıca deyince annem “bu adı biliyorum Ayvalık’ta bir okul ismi” dedi. Rehberimiz de anlatmaya başladı. Eski parlamenterden Nejat SARLICALI buralı, yani Sarı Ilıca köyü doğumluymuş. Rehberimizin dediğine göre; çocukluğunun anısına doğum yeri olan bu yerdeki viran hale dönmeye yüz tutmuş kaplıcanın tamirini hiçbir talebi olmadan üstlenmeyi ve işletmesini tekrar Midilli Belediyesine bırakacağını iletse de, bu talebi karşılık görmemiş. Biraz daha araştırınca termal yıkıntının bahçesinde Artemis Tapınağı kalıntıları bulunduğundan bizdeki SİT alanı benzeri bir statüye alınmış olduğunu öğrendim.

Tekrar Mitilini’de…

Sahilde son bir tur atıyoruz. Sakızlı Dondurma yemek isteyince canım, önünden geçtiğimiz şık bir pastaneye giriyoruz. Kornette sakızlı dondurma keyfini yaşarken etrafı izliyorum. Benzerliklere burada da tanık oluyorsunuz. Revani var tepside. Onlar başka bir ad vermiş olsa da o tatlı bana revani. Envai çeşit baklava ve hamur işleri tepsilerde sergileniyor. Damağımda sakızlı dondurmanın tadı feribota binmek üzere limana doğru ilerliyorum.

Mitilini’de limanın hemen önünde VETO marka uzo fabrikasının satış mağazası var. Almak isteyenler için hem ucuz hem de kaliteli seçenekler sunuyor.

Gezimize başladığımız noktaya döndüğümüzde yorulmuş da olsak yanı başımızdaki bir adanın önemli bir kısmını görmenin, insanlarını, yemeklerini, doğasını, kültürünü bir nebze daha tanımanın verdiği duygularla mutluyuz.

Gezmeye Çağrı…

Midilli adasının batısında şair Sapho’nun doğum yeri Erasos’un plajının da çok güzel olduğunu söylüyorlar. Daha önce de yazdığım gidilmedik diğer yerler gibi bir sonraki Midilli gezisine kalıyor Erasos da.

Etrafımız cadı kazanı gibi kaynatılmaya çalışılırken, hemen yakınımızdaki hayatı kaçırmanın âlemi yok. Politika ve entrikalar kışkırtıcı, sahte ve hiçbir sonucu olmayacak oyunlarını oynuyor. Ruhlar sıkıldıkça sıkıldı. Oysaki sevmeye, sevilmeye, sevişmeye, nefes almaya ne kadar ihtiyacımız var.

Bir müzikle mest olmak, yüzüne tatlı bir rüzgâr vururken hiçbir şey düşünmemek lüks değil. Özgür insanın en doğal hakkı bunlar. Hem hak hem de en yalın haliyle yaşanılacak duygular. Yarının olamayacağını unutmadan kâh Ege’nin güneşine, denizine, kâh Anadolu’nun dağlarına, ovalarına, tarihine, arkeolojisine dokunmayı ve hissetmeyi unutmayalım.

Bülent Ecevit’in şiiriyle başlayan yazımızı Midilli’li antik dönemin şairi Sapho’nun ironi dolu dizeleriyle bitirelim.

“Şu kadarını biliyorum
Ölüm kötü bir şey:
Bak, işte tanrılardan belli.
İyi bir şey olsaydı ölüm,
Önce tanrılar ölmez miydi? ”

“Geze kalın. Göreceksiniz Hoşça kalacaksınız!”

13 Haziran 2014,
Ayvalık



5 Haziran 2014 Perşembe

GAZETE, KİTAP ve İNTERNET

GAZETE, KİTAP ve İNTERNET
(üzerine bir bakış)

Gazete, Kitap ve İnternet karşılaştırması tümüyle bire bir karşı gelen olguları içermiyor. Bu yazıda gazetenin ve kitabın sayısal (digital) ortamda kullanımı ve internet'in hayatımızdaki bu bağlamdaki yerine eleştirel bir bakışla eğilmek istiyorum.

Herkes İnternette…

İnternet, modern çağda bilimin geldiği son nokta olmadı belki ama, en sık kullanılan faydalı gibi gözüken, müthiş bir oyuncak, iletişim ortamı ve ilüzyon aracı olarak yerine oldukça yaygın şekilde oturdu.

Gerçek ve yalanın büyük bir toz bulutu içinde karıştığı sanal bir dünya orası. Müşterisi ise oldukça fazla. Gerçek hayatta yaşamak yerine oradaki hayallerde kaybolmak zahmetsiz bir oyalanma sağladığından olsa gerek.

O kadar çok kişi internet'te ki, kitlelere sesimizi duyurmak, internet’e ilişkin görüşlerimizi, hatta eleştirilerimizi iletmek için yine onu kullanmak zorunda kalıyoruz.

Temel kullanımının çok basit olması, kaçınılmaz biçimde bağımlılık yaratan ve bu kolay tüketimi arzu edenlere insan içindeymiş hissini veren “sosyal (!) medya” uygulamaları var. Çağımızın yalnızlaştırılmış insanının sosyal-MİŞ gibi hissettirilmesi çoğunluğun burada olmasını sağlıyor. Bu kadar çok sayıda alıcının olduğu bir pazarda da ticari kazanç için her reklam fırsatı bıktırıcı seviyede değerlendirilirken bu sistemlere ilişkin uygulamalar, magazinsel yenilikler sürekli biçimde pompalanıyor.

İnternet ve Yaş Grupları…

Neredeyse 55’li yaşların altında herkes orada. 55 üzerindeki yaşlardaki İstisnai süper-babaanneler ve amcalar var ama sayıları çok değil. Zaten 55’li yaşların üstündekiler akıllı telefondu, bilgisayardı, internetti pek yanaşmak istemiyor. Bu cihazların karşısında boncuk boncuk ter döküyor çoğu. Sadece SMS kullanmayı ya da onların diliyle mesaj atmayı öğrenenleri, bu başarılarını büyük gelişim, devrim olarak görüyor. Numaralarını nasıl kaydedeceklerini bilmedikleri yeni aramalar ve kullanmadıkları bir sürü menü ile hafakan bastırıcı alengirli işlere uzak duruyor bu grup. Tüfek icat oldu mertlik bozuldu sözüne koşut "bilgisayar-telefon-internet bulundu huzur bozuldu" durumu oluşmuş bu 55+ ekibi için.

40-55 grubu; bu işi mesleği veya yaşı gereği yakalan ekip.

40’ın altı ise yetisine göre takla attırıyor bu aletlere. Hızlı iletişim, birçok bilgiye çabuk ulaşma, sınırsız müzik seçenekleri, internet üzerinden kendi radyosnu bile kurabilenler, harita, yol bulma kolaylıkları ve diğer binlerce uygulamayı kullanıyorlar. İnternet'in faydaları saymakla bitmez enginlikte sevenleri için.


İnternet bağımlılığı…

İnternet üzerindeki uygulamalara kendini kaptırıp otobüsten, uçaktan inip ona bağlanamazsa havasızlıktan veya susuzluktan ölecekmiş gibi kriz seviyesine kadar tırmanan wi-fi, internet bağlantısı arayanları görmeyen var mı? İnternet bağlantısı kesilmesinin, yaşamla bağlantının kesilmesi olduğunu hisseden çokça insan çevrenizde yok mu?

Ekranı öpen, koklayan aşıklardan, bir whatsapp mesajı gelmediği için deliye dönenler, telefonu ipad’i ile yatağa girenler. Komik ve trajik, hastalıklı bir hâl.

Milyonlarca insan gerçek dünyada durumu idare edip, mümkünse orada yaşıyor.

Başıma buyruk dolaştığım Güney Amerika’da dört ay hiç cep telefonuyla konuşmadım ve hala hayattayım. Ancak oralarda dahi kaldığım yerler veya gittiğim kafelerde ilk sorum "wi-fi var mı?" oluyordu. Evden haber almak için ekranları elime, karşıma aldığım sıkça oluyordu ama dört ay telefon kullanmadan yaşanabildiğini gördüm. En azından telefon bağımlılığından kurtuluş bile, mecbur olma ve radikal bir inkar ile mümkün ancak. Ama sonuçta mümkün.


Uzay Yolundan bugüne…

1970’lerde “Uzay Yolu” ismiyle o zamanki tek kanallı Türkiye’de TRT ekranlarında gösterilen bir dizi vardı. Süleyman’ın sakalı, Fatmagül’ün suçu veya bayağılaşmış sabah programlarıyla ilgilenilmeyen derinliksiz yıllardı. Tarih öncesi gibi bir şey yani.

Uzay Yolu’nun bazı bölümlerde ekrandan kitap okuyanlar ilginç gelmişti bana. Sadece elektronik kitap değil, o yıllarda dizide yana açılan kapılar, lazer tabancaları ve daha birçok bilim-kurgu olarak sergilenen icat hayatımızda yerini aldı günümüzde. Dünün hayal mahsulü aletleri, cihazları bugünün ele tutulan, kullanılan gerçek sistemleri oldu.


Kağıt Kokusu, Dokunuş ve Duygusallık…

Koltuğa şöyle bir gömülüp elimde tuttuğum kitabı koklamak hala beni mest ediyor. Gazeteyi köşedeki bayii veya bakkaldan almak ya da vapura koşarken neredeyse sayıları yok denecek kadar az sokak satıcılarından kapıp, haşır huşur sayfaları çevirerek okumak yerine, ellerde dolaşan cep telefonu ve minik ekranlar açılıyor hemen. Nerede olursak olalım bu ekranların çekim gücüne kapılıp, içine dalınıyor günümüzde.

Gazeteyi, kitabı elle tutma zevki geride kaldı birçoğumuz için. Gelişmeyi kabul ve takip etsem de bu nostalji haline gelmeye başlayan durumları yaşıyorum. Zaman hükmünü gösterecek ve muhtemelen biz çağ dışı kalacağız ve okuma sadece ekranlardan yapılacak belki. Kim bilir?

Ekrana dokunmak yerine kâğıda teması yeğlesem bile, özellikle İstanbul’da yaşadığım zamanlarda hızla koşmaya başlayan zamana ve çevreye uyum için ekrana bakıp, onunla temasta olmak zorunda kalıyorum.

Para denilen anlamsız, sanal maddeyi elde etmek için de epeyce ekranlarla haşır neşir olmak gerekiyor. Yani orada olmanın bir nedeni de Cem YILMAZ antolojisindeki tanımıyla; “duygusal”. Orada olmak zorundasınız, çünkü sizi önüne alıp sürükleyen piyasa akımı, borsa, döviz, politik gelişmeler, dedikodular, sosyalleşmenizi sağlayan tüm sapır saçma uyutucu spor ve magazin haberleri dahil her şey orada.


Kitap ve internet’in ortam farkı…

İnternet’in zaman zaman insanı canından bezdiren aktif sayfaları, alttan üstten sağdan soldan girip çıkan, yanıp sönen, kandırmaca görsellerle sizi meşgul eden, başka bir bağlantıya sizi istemeden yönlendiren, sürekli dinamik reklamlar sokuşturulan bir ortamda bulunmak beni çok huzursuz ediyor. Sağında solunda sürekli kıpraşan sütünlar satırlar, geçen bantlar. Elektriğe kapılmış heyecanlı bir jelibon durumu ki sormayın; durmak, soluk almak bilmiyor. Sürekli Beyoğlu’nda dolaşıyorum hissi. Bir türlü Anadolu Fenerine gidip esen rüzgarda sakince çay içmek mümkün değil. İnternette dolaşmak, gürültü kirliliği içindeymişim duygusunu veriyor ve son tahlilde sinir ediyor beni, hem de çok. Reklam oynatan alt uygulamaları yasakladım son zamanlarda, bunu yapmakla başka birşey kaybediyor muyum bilmem ama biraz daha nefes alınır oldu ekranım.

Kitap okuma konusuna gelince, "sen de internetten okuma o zaman. Sadece kitap gazete dergi okuma işi için tasarlanmış ekranlar kullan" denilebilir. Olur, onları da deneyeceğim. Bu tip elektronik kitapları deneyip sevenleri olduğu gibi, alışamayanları da biliyorum.

Bu kadar iç içe tanım ve karmaşa internet ortamını anlatmaya çok uydu bence.

Oysa ki dokunulan kağıt kitap, özellikle istemedikçe, sizinle aranıza zoraki olarak hiçbir şey sokmayan sakin bir dost. Sadece yazarın size seslenişi ve olursa kafanızdaki konuşmalar. Huzur veren, sakin bir dost ortamı yani.


İnternet’teki bilgilere ne kadar güvenilebilir?…

Kitap ile internet aynı güvenirlikte değil bana göre. Neden mi?

Hack’lenme, programlara, uygulamalara başkası tarafından girilmesi gibi bilgi güvenliğini yok eden, doğrudan müdahaleye açık bir ortam olmasından. Büyük kurumlar ve şirketler, bilgiyi depolamayla birlikte at-başı giden bir güvenlik sağlama uğraşı ve kaygısındalar. Bu denli müdahaleye açık bir ortamda içeriğin değiştirilme ve üzerinde oynanma riski çok yüksek çünkü.


Arama Motorları Neyi Arıyorlar?

İnternetteki diğer bir sorun, sayfayı hazırlayan kişi veya kurumun kapasitesi, güvenirliği ve ciddiyeti. Arama motorları kurum ciddiyetine göre değil, ticari yönlendirmeye göre bir sıralamayla hiç güvenilemeyecek bir siteyi veya sayfayı sizin önünüze çıkarıverebiliyor.

Bilgi arama bağlamında da bilen bilmeyen herkesin sorgulamalarının temel dayanağı olmuş arama motorları var. Her şeyi onlar biliyor, ama nasıl?. Arama kriterleriyle oynayarak aslında güvenliği tartışılır bir referans olabileceğini hiç düşünüyor muyuz? Yani doğrular yerine, bizi istenildiği yöne çekmek isteyen bir yönlendirme.

İnternet’te her arama sonucunun güvenilir olduğunu ve her yazılanı ciddiye almak mümkün değil. Böyle olunca da yazanın veya hazırlayanın doğruluk kaygısı veya bilgiye dayalı bir denetimin olmadığı ortamda atış serbest durumları söz konusu.

Hele bir de ticari yaklaşımlar, agresif pazarlama teknikleri ve para için akan salyalar ön plana çıkınca yazanın ve yazılanın gerçekliği ve doğruluğu ne malum. Yazılanı sınamak öznel ölçütlere kalıyor. Kültürünüze, birikiminize, bilgiye dayalı algılarınıza bağlı. Kendini gazeteci olarak tanıtan ve internetteki sahte, kurgulanmış hicivli (satirical) bir haberi alıp yazan günümüzün köşe yazarı denilen, mandıra filozofları da bu tuzağa düşüyorlar.

Zamanında “bu haberi tekzip edin” diye yazmıştım ama her dönemin medyatörü olan bir meşhur gazetenin yazar diye tuttuğu çakma feylesoftan yanıt alamadım. Böyle birinin medya dünyamızın amiral gemisi olarak anılabilecek kuruluşunda hala çalışıyor olması da ülkemizin medya seviyesinin göstergesi ve ayrı bir kepazelik ya neyse.

Haber şuydu; Güya Bill Gates ve Oracle’ın patronu YALE Üniversitesindeki mezuniyet töreninde yaptıkları alaycı konuşmada “Dünyanın en üst düzeydeki üniversitesinden mezun oldunuz ama bizim gibi lise mezunları için çalışacaksınız” manasında alaycı cümleler söylemişler. Bu gibi yalan yanlış, insanların algılarını değiştirmeye zorlayan, umut ve beklentileriyle oynayacak bir haberi gerçek diye Türkiye ortamına sunulabiliyor. Maalesef bunun inananı da oldukça fazla. Ancak hem haber uydurma ve hem de topluma verdiği mesaj gerçekle ilgisi olmayan bir hali anlatıyor. Buna güvenmek isterseniz de seçim sizin.


Gazete ve Kitabın Güvenilir Aşamaları Var (Umarım)…

Oysa kitap ve gazete belli aşamalardan ve sürekli kontrollerden geçtiği için daha ciddiye alınabilecek bir kaynak. Editörü var, redaktörü var, hukukçusu var, var oğlu var. Ya da ben öyle olduğuna güvenmek, inanmak istiyorum. Bir yandan da bu kademelerdeki kişilerin de aynı internet bombardımanı ortamında yaşadığını ve benzer kolaycı alışkanlıklar geliştirebildiğini de öngörmek gerekiyor. Gugıl tanrısına yönelip bakmak bir kütüphaneye gidip arşivleri karıştırmaktan çok ama çok daha kolay. Bu durumda da sorgulanabilir kalite kavramı kitabın üretim aşamalarına da dolaylı biçimde etkimiş olabilir.

Gazete hızından ötürü bu etkilere çok daha açık. Bilgiye kolayca ve hızla ulaş düşüncesi hataya açık bir ortam doğurabilir. Öyle de olsa internet gibi çok dağınık ve gereksiz malzemeleri içeren aşırı dağınık bir çöplük halinde olmadığını düşünüyorum gazete ve kitap dünyasının.


Aklı ve Algıyı Kullanmak…

Son tahlilde, bilinçli kullanıcı olmak gerekiyor sanırım. Aklımızı ve birikimlerimizin oluşturduğu algımızı kullanarak ortamı anlayacak ölçüde, aşırı bilgi ve reklam bombardımanına maruz kalmayacak halde, yani gerektiği kadar internet kullanmak ama o sınırın ilerisinde de gazete ve kitabı bırakmamak uygun olanı sanırım.

İnternete küs değilim. Kullanıyorum ama çoğu zaman “maalesef” diyerek.

Hiç tanımadığım başka birinin, elimdeki, karşımdaki ekranın kamerasına girip beni ve evimi seyredebileceği bir ortamda olmaktan ve o aleti tutmaktansa, teker teker sayfalarını çevirdiğim kitap ve gazeteye dokunmak beni daha huzurlu ve mutlu kılıyor. Bir de onca emeği geçen yayınevleri, editörler, redaktörlere ne olduklarını bilmediğim elektronik yayıncılardan daha çok güveniyorum hala.

Okuyun diyorum. Sürekli okuyun. İsterseniz internetten veya tabletten de okuyun. Ama en çok kitap okuyun.


Okuyun ama;


kendinizi de koruyun lütfen.


İyi algılamalar.
İyi okumalar.
İyi şanslar...

05 Haziran 2014

TECRİT, EVDE ZAMANLAR ve SADHGURU’DAN İNCİLER…

TECRİT, EVDE ZAMANLAR ve SADHGURU’DAN İNCİLER… (SIKILMA ÜZERİNE) (Bu yazı 25+ ile -60 yaş aralığına daha uygundur sanıyorum. Dalga g...