GÜNLÜK GÜNEŞLİK
KOMŞU KIYININ BENZER ADASI
“MİDİLLİ”
Gürcan Elbek
“…..
takalar geçiyor yükle yürekle
takalar geçiyor emekle dolu
günlük güneşlik kıyılarından kopmuş
denizlerde Anadolu…”
Bülent Ecevit’in “Takalar” şiirinde
geçen günlük güneşlik kıyıların, her şeyiyle bize en yakınlarından birine, Türkiye’ye
sadece 5 mil uzaktaki Midilli Adasına, Ayvalık’tan bir buçuk saatlik kısacık
bir deniz yolculuğuyla ulaşılıyor.
Ege denizinde irili ufaklı sayıları
2000’i bulan ada oluşumları var. Midilli, benim gezi listemde bulunan yirmiyi
aşkın Yunan adalarının Girit ve Eğriboz’dan sonra üçüncü büyük adası. Ada
dünyada Lesbos veya Lesvos olarak tanınıyor. Antik çağın ünlü şairleri Alcaeus
ve Sapho’nun memleketi olan ada, Sapho’nun sevici olması nedeniyle kadın eşcinsellere verilen “Lezbiyen”
adının da çıkış yeri.
Bir
buçuk saatte Midilli’ye…
Kısa süren gümrük işlemleri
sonrasında adadayız. Annem ve babamla birlikte tümünü olmasa da Türkiye’ye
bakan yüzünü bir hafta sonunda Ayvalık hareketli turistik bir organizasyonla keşfetmeye
çalıştığımız Midilli’de gidilecek birçok yer var. Her gezi yazımda olduğu gibi gördüklerimi
paylaşıp, anlatılmadıklarımı daha sonraki yazılarımda anlatma arzusuyla doluyum.
Yunanca “Mitilini” adı verilmiş
kent adanın idari merkezi ve en büyük kenti. Hafta sonu gezimizde 30 yıldır Midilli
turlarının rehberliğini yaptığını söyleyen Hasan beyle birlikteyiz. Karısının
ailesi 1923-1924 yıllarındaki mübadelede Midilli’den Türkiye’ye gelmiş. Uzun
zamandır bu topraklarla ilişkisi olan rehberimiz Hasan Bey daha ilk dakikadan;
şivesi, kendine has anlatım, yorum ve değerlendirmeleriyle 78 yaşına kadar
gözlemlediği Midilli’sini heybesinde biriktirdiği hikâyelerle birlikte anlatmaya
başlıyor.
İlk hislerim, hemen karşısındaki
Ayvalık’a nazaran daha sakin gözüken bir yerde olduğumuz.
Türk Çarşısı ve Mahallesi…
Mytilini’deki ilk adımlarımızda
tarihi çarşısının bulunduğu “Ermou” caddesindeyiz. Trafiğe kapalı cadde boyunca
uzanan çarşıyı gezerken Türkçe levhaları izleyip, esnafın Türkçe “Merhaba!” “Hoşgeldiniz!”
sözleriyle ilerliyoruz. İlk adımlarla birlikte bizim topraklarımızdayız hissi.
Fırınların vitrinlerinde dizilmiş ekmekler, pastanelerdeki hamur işleri, eski
tip berber salonları, küçük esnaf lokantaları ve hediyelik eşya dükkânlarının
yanından geçerken kafelerden mis gibi kahve kokuları ile birlikte her şey
tanıdık geliyor.
Türk mahallesine gelmeden önce yol
üstü ilk uğrak noktamız 16. Yüzyılda inşa edilmiş olan “Aziz Athanasius”
Katedrali. Adada neredeyse her yerleşimde göreceğimiz kiliselerin ilki bu.
Ermou caddesinin sonunda Türk
mahallesinde, Osmanlı’dan kalma mimari eserler çökmek üzere görüntüleriyle bizi
karşılıyor. Minaresi yıkılmış Yeni Cami, Türk hamamı ve hemen karşısındaki
tarihi genelevin zorlukla ayakta duran kalıntılarını izliyoruz. Ayvalık’ta Alibey
Adası’nda (Cunda) metruk hale gelmiş ve (özel girişim haricinde) bizim ilgisiz
kaldığımız kiliselerin benzeri durumunda Türk mimari kalıntıları da burada. İlgisizlik
açısından da benzer bir durum yani.
Her
Şey Benzer…
Buraya gelirseniz klasik hale gelen
benzetme cümlelerini sizin de kullanacağınızdan eminim. İsimler değişse de
davranışlar, alışkanlıklar, yiyecekler, içecekler, yaklaşımlar çok benzer. Ayrı
olan tek şey din ama ona yaklaşım ve tutuculuk da benzer tarzda uygulanıyor.
Politika ve dinden arınmış anlarda,
çok farkları olmayan sade insanların birbirlerine yakın dünyasındayız.
Özellikle çocuklar ve yaşlılarla merhabalar sadece insani duygularla, gülen
gözlerle birbirine bağlıyor insanları.
Yemekler…
Türk mahallesinden geçip Yukarı
İskele anlamındaki “Epano Skala”da deniz kenarında gökyüzü anlamına gelen
Uranos Tavernasında öğle yemeğimizi yiyoruz. Grek Salata üzerinde koca bir dilim
(beyaz) feta peyniriyle taptaze domatesler, yeşillikler ve bol zeytinyağı.
İmambayıldıya, İmam diyorlar ve çok leziz. Dolmalar anneminkilerin seviyesine
ulaşmasa da severek yiyorum. Kabak çiçeğinden yapılmış mücver bu öğlenki başka
bir seçimimiz. Sardalye, çipura, kalamar, karides ve burada saymadığım deniz
ürünlerinin tümü taptaze. Bu tazelik adadaki iki gün içinde nerede yediysek
aynı şekilde sürdü.
Uzo üretiminin
merkezi…
Midilli, dünya çapında kalite ve çoklukta, büyüklü küçüklü
Uzo imalathaneleriyle doluymuş. Bunların en büyüklerinden, ilk imalathanesi
Plomari’de kurulmuş Barbayanni’nin farklı alkol derecelerinde üç kalite rakısı
var. Mavi renk ambalajlısı 46 dereceyken, yeşili 40 derece. En kalitelisinin
ise Barbayanni Afrodit olduğu söyleniyor. Üretim merkezinin önemli bir bölümü
Atina yakınlarına taşınsa da Plomari’deki tesisleri müze olarak gezebilirsiniz.
Barbayanninin yanında Arvaniti’nin de dünyada en fazla tanınan uzo olduğu
söyleniyor. Pitsiladi, Mini, Kefi, Samara diğer uzo markaları.
Uzo üretiminde kullanılan anason Türkiye’den geliyormuş.
Midilli çarşısından Yannis isimli ve daha önce İstanbul’da yaşayan bir esnaf Türkiye’den
getirip, üretici işletmelere dağıtıyormuş. Barbayanni ise sadece kendi üretim ihtiyacı
kadar anason ekip yetiştirebiliyor.
Uzo’nun yanında, Yunanistan’a özel Mhytos,
Fix, Destina ve Alfa marka biraları var. Mythos ve Destina’yı denedik, memnun
kaldık.
Sulak
Bölgeler ve Bitki Örtüsü…
Seramik ve tahta oymacılıkla meşhur dağ köyü Agiasos’a
gelirken, birçok su kaynağı ve dereye rastlıyoruz. Özellikle yer altı suları
çok fazlaymış. Rehberimizin deyişine göre Kaz dağlarından geliyormuş. Buna
inanmaya biraz şüpheyle yanaşsam da bu tür yaklaşımları üstü kapalı biçimde, bağlılık
ve birlikteliği arzu eden toplulukların ürettiği zararsız hikayeler, hoş
yaklaşımlar olarak karşılıyorum. Uzmanlara sormak gerek, belki de doğrudur. Midilli’nin
su ihtiyacının yarısını burası karşılıyor diyor rehberimiz. Etraf yemyeşil.
Ceviz, kestane, armut, kiraz dâhil envai çeşit meyve ağaçları dolu sağımız
solumuz.
Adanın bu doğu kısmını kapsayan gezimizde, sıklıkla zeytin
ağaçları ve çam ormanları göze çarpıyor. Zeytincilik adanın temel geçim
kaynaklarından. Adadaki yaklaşık 13 milyon zeytin ağacından 50 bin ton
zeytinyağı üretiliyor. Kuzeyde pek zeytinlik yok ancak orada da koyun ve keçi
çobanlığı yapıyorlarmış. Birçok mandıra var. 6 kilo koyun sütünden bir kilo
peynir elde ediliyor diyor Hasan Bey. Çeşit çeşit peynirler; hellime benzer kızartma
için olanı, gravyer, tulum (deri içinde), bir de mutlaka Yunan (Grek) salataların
üzerinde bulunan bizim beyazının muadili Feta peyniri.
Avrupa Birliği kriterlerinin getirdiği zorlamalarla vesaire
işçiliklerin yüksek olması nedeniyle zeytincilik karlılığını kaybetmeye
başlamış. Bayan işçi yövmiyesi 40 Euro, erkek sırıkçıların yövmiyesi 50 Euro
olmuş. Toplama maliyetinden arınmak için ağaçların altına ağ döşüyorlarmış son
yıllarda. Bir iki hafta boyunca rüzgârda dökülen zeytini topluyorlar ve biraz daha
ucuza mal ediyorlarmış. Ne kadar verimli, tartışılır tabii.
Kaçakçılar ve Kaçırılanlar
için Hapishane…
İlerlerken uluslararası medyadan görüntülerine alışık
olduğumuz tipte, yeni inşa edilmekte olan bir açık hava hapishanenin, tecrit
alanının yanından geçiyoruz. Mülteciler için yapılan zeytin ağaçları içindeki bu
hapishaneye modern “Guantanamo” diyorum. Sakız Adasında da benzer bir hapishane
varmış. Cezası fazla olanlar ise Atina’ya gönderiliyormuş.
Keremia köyünden geçiyoruz. Eskiden
tüm adaya tuğla ve kiremit üreten ocaklar varmış. Kiremitten gelen adıyla
Keremia’yı geçip Agiasos’a ilerliyoruz. Her ne kadar Agiasos diye yazıp okusam
da rehberimiz “Ayasos” diyor buraya, aklınızda bulunsun.
Agiasos dağ köyü ve ressam
Theofilos…
Agiasos, seramik ve tahta işleri
ile ünlü bir dağ köyü olduğunu söylemiştim. Köyde ceviz ağacı bol olduğundan
oymalar cevizden yapılıyor genelde.
Çok sayıda Türk geldiğinden, Türk misafirlerine,
üzerinde bizim meşhur spor kulüplerimizin armalarının işlediği tavlalar ilk dikkat
çeken tahta işleri. Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe armaları üzerlerinde. Çok
fazla çeşit ve boyutta dekoratif ağaç işleri bulunuyor.
Tur otobüsümüzün geldiği Agiasos
merkezinden tatlı bir yokuşla yukarı doğru tırmanmaya başlıyoruz. Tertemiz ve
düzgün Arnavut kaldırımı sokaklarının iki yanında evlerle karışmış, dükkânlar boyunca
150-200 metre ilerlediğimizde oldukça büyük Panaya Aya Sion Kilisesine ulaşılıyor.
“Panaya”, Meryem Ana demek. Oldukça önemli ve meşhur bir ritüel olarak Mitilini’den
Agiasos’daki Panaya Aya Sion Kilisesine 26 kilometrelik yolu yürüyerek
geliyorlarmış.
Ada genelinde dar sokakların üst
kısımlarını kaplayan sarmaşıkların yarattığı ortam ruha rahatlık, mutluluk veriyor.
Kiliseye yaklaşırken bu tip tepesi sarmaşıklarla kaplanmış sokağın girişindeki
modern görünümlü kafelerde içkilerini yudumlayanlar Agiasos dağ köyünün keyfini
çıkartıyorlar. Burada öyle kiliseye 100 metre mesafede içki satılmaz yasakları gibi
uygulamalar da yok. Adada oldukça dindar bir Hıristiyan topluluk var. Ziyaretçiler
de her köy ya da kasabada mutlaka bu kiliseleri ziyaret ediyorlar.
Agiasos’taki Panaya Aya Sion Kilisesinin avlusuna girilen
kapının yirmi adım ilerisinde Ayvalık Cunda’daki taşkahveyle birebir bir kahve
bulunuyor. Meydanlık alanda bu kahvede çınar ağaçlarının altında içtiğim Yunan
kahvesinin lezzeti 40 yıl seve seve hatırı kalacak kadar mükemmeldi. Gerçekten
abartı yok. Yunan kahvesi dediğime bakmayın. Yiyecek ve içeceklerde Yunan
dediğim her şeyi Türk olarak anlayın siz. Onlarda da aynı anlayışın tersi var.
Yoğurdun Yunan icadı olduğunu hayatındaki en büyük gerçek olarak savunacak çok
kişi bulabilirsiniz.
Yiyeceklerin
Ortak Adları…
Kadayıfi, Baklava, Dolmas, Kofte, İmam,
Cacıki, Musakka, Fava ile başlayıp bitmeyecek gibi uzayıp giden bir liste. Eee
dile kolay, yüzyıllarca aynı topraklarda birlikte yaşamış aynı ürünlerin
yetiştiği, aynı coğrafyada kültürün birlikte şekillendiği toplumlarda yemekler
de, tatlılar da, içkiler de, alışkanlıkların çoğu da aynı.
Ressam
Theofilos’un evi olan Çınar Kovuğu…
Agiasos’tan dönüşte, aşağı iniş yolunda su kaynaklarının ve dev
bir çınarın kalıntılarının bulunduğu sulak ve yemyeşil bir çay bahçesine
geliyoruz. Kahveye girmeden yolun karşısında adaçayından, rezeneye ve bir sürü şifalı
otları tezgâhına koymuş, üzerini boyadığı su kabaklarını satan köylüler var.
Bu yeri, Marmaris’in giriş yolunda bulunan Çınar Restoranın
bahçesine benzetiyorum. Buradaki çınar ağacının kovuğu öldükten sonra meşhur
olmuş ressam Theofilos’un sığındığı yermiş. Gariban ressama bir şeyler
çizdirirler ve küçük paralar verirlermiş. O ağacın kovuğunda yaşamış yıllarca.
Sakinlik
ve Temizlik…
Midilli sakin ve temiz bir ada. Bir
de 75-80 yaşlarını almış anne-babayla yapılan gezi doğal olarak sakin geçiyor.
Özellikle Mitilini’den içerilere doğru gidildikçe sakinlik daha da artıyor.
Adanın geneli oldukça temiz.
Sokaklar ve çarşılar da bu temiz düzene uygunlar. Salaş veya lüks, neredeyse mekânların
hepsinde tuvaletler pırıl pırıldı. Medeniyetin önemli ölçütlerinden biri olarak
gördüğüm bu tuvalet temizliğinin altını çizerek aktarmak istiyorum.
Adada merkezileştirilen belediye
anlayışını Mitilini’den uzak olan beldelerde özellikle temizlik konusunda
sıkıntı yaratmaya başladığını ve bu maliyet etkin ekonomik yaklaşımın
uygulamada adalıları rahatsız ettiğini hemen hemen tümü ifade etti.
Eğlence…
Molivos’da akşam yemeği için gittiğimiz
“El Greco” tavernasında buzuki eşliğinde klasik Yunan folk müziği ile keyifli
anlar yaşadık. Görece gençlerin gideceği gece kulüpleri ve barlar daha
hareketlidir sanıyorum. Özelikle Molivos bu konuda potansiyeli olan bir yer
gibi geldi bana.
Yollar…
Adanın iç taraflara giden yollar
düzgün. Bol miktarda motosiklet kullanımı dikkat çekiyor. Çok az yerde yamalı
yol var. Midilli’nin doğu kısmını kapsayan gezimizde toprak yola rastlamadık.
Batı kısmına gidince göreceğim.
“Kandylakia”;
Ölenlere Yol Kenarı Anıtları…
Trafik kazalarında ölenlerin
anısına yol kenarlarına dikilmiş minyatür kilise, şapel benzeri anıtlar var.
Kazanın olduğu yere bu küçücük yapılardan dikiliyor. Maalesef sayıları da
oldukça fazla. Aynı uygulamayı Şili ve Bolivya’da da görmüştüm. İspanyolca
“Amenitas” diyorlardı oralarda, Yunanistan’da ise bunlara “Kandylakia” deniyor.
Tuzla…
Petra’ya gidiş yolunda denizden tuz
elde ettikleri büyük bir “tuzla” gördük. “Tuzla’da 72 tür kuş vardı. Günümüzde
göç zamanı uğrak yeri olarak gelen flamingolardan başkası yok” diyor rehberimiz
Hasan bey. Eskiyi anlatırken kullandığı “Dürbünlü fotoğraf makineleriyle belgesel
çekiyorlardı” tanımına bayıldım. Tuzla’da yılda 20 bin toz tuz üretiyorlarmış. Sonra
da deniz yoluyla Pire’ye rafine fabrikasına gönderiliyormuş.
Kısa bir yolculuk sonrası geceyi
geçireceğimiz Petra’ya ulaştık.
Petra…
Petra, çok sakin ve sıcak
atmosferli bir kıyı kasabası. Sahildeki bakımlı evleri ve apart otellerinde çok
sayıda Alman, Hollandalı ve İngiliz’i konuk ediyor. Sahil boyunda, çarşısında, dar
sokaklarında dolaşırken yabancılarla yerel halkı iç içe karışmış biçimde
görüyorsunuz.
Sahil şeridi boyunca denize ilk
sıradan bakan evlerin çoğu bu Avrupalı turistlere ayrılmış gibi. Uzun yıllardır
gelip gittikleri belli. Bahçelerine, balkonlarına attıkları masalarda kâğıt
oynayanlar, sohbet edenler, içkilerini yudumlayanlar denize sıfır ama vıcık
vıcık kalabalıklardan uzak sakin mekânların tadını çıkarıyorlar. Bu da Yunan
adalarının bu ücra ama rahat ortamlarının tercih gerekçelerini açıklıyor.
Adadaki hemen hemen her yerleşimde
olduğu gibi kıyıya paralel sokaklar, çarşı haline gelmiş mekânlar sarmaşıklarla
üzeri kapanmış. Çocukluğumun çadır keyfini hatırlatan hayali bir sığınak gibi
güneşten korurken çok huzurlu bir atmosfer de yaratıyor. Petra sahilinin bir
sokak gerisindeki benzer sokakta “Barbas” restoranın sahibi Katerina ve kocası
arkadaşlıkları ve yakınlıkları her hallerinden belli tatlı insanlardı.
Midilli’de her yerleşimin ayrılmaz
parçası kiliseler. Petra’da da kayalık bir tepenin üzerine kurulmuş, 100’ün
üzerinde basamakla çıkılan anıtsal kilise, Panaya Glikofilusa’da, pazar sabahı canlı olarak ayini
de izlemeniz mümkün. Yukarı çıkıp ayini izleyemeseniz de ilahiler ve merasim
Petra’daki hoparlörlerden bütün kasabaya yayınlanıyor.
Benim gidemediğim Agios Nikolaos kilisesindeki
3 katmanlı freskler 16. Yüzyıla kadar uzanan eskiliği ve iyi korunmuş halleriyle
dünyadaki benzerlerinin en önemli örneklerinden deniyor.
Geras
ve Kaloni Körfezleri…
Adanın güneyinde “Geras” ve “Kaloni” adında çok geniş iki
körfez var. Geras; Mitilini’ye yakın olanı, yaklaşık 3,5 mil en ve 5 millik
derinliğe sahipken daha büyüğü ve güneydoğu’da yer alan Kaloni 5 mil eni ve 7
millik derinliğiyle oldukça geniş bir körfez.
Festivaller,
Panayırlar…
Ada’da çok sayıda festival ve
panayırdan üç tanesi öne çıkıyor. Mantamados’da Taksiyaris Manastırında yapılan
ve bir boğayı kesip keşkeklerin kaynatıldığı Boğa Festivali, Agiasos’taki
Kestane Festivali ve Kaloni’deki Sardalye Festivali.
Sardalye,
Ekmek ve Uzo…
Ağustos’un ilk haftasında, Kaloni körfezsinde yakalan karides
ve sardalyeler Kaloni iskelesinde kızartılıyor. Fırınlar ekmek dağıtırlarken,
Uzo fabrikaları da son üretimlerini bu açık davete katılanlara ücretsiz olarak
sunuyormuş. Rehberimiz müzik ve yöresel danslar eşliğinde keyifli bir eğlence
yaşandığını söylüyor. Planımı yapıyorum şimdiden. Sardalye, Karides, Ekmek, Uzo
ve HAYAT!..
Petra’da geceleyip, ertesi sabah
yolumuza devam ediyoruz.
Molivos…
Başka bir havası var Molivos’un. Bana
Bodrum’u andıran Molivos, bu adanın şimdiye dek gördüğüm en canlı ve turistik yeri.
Tepedeki kalesi, hâkim nokta olarak şehre yaklaşırken ilk dikkat çeken yapı.
Kaleyi gezmedim ama kalenin bulunduğu en tepe noktadan aşağıya inişte, rengârenk
çiçeklerin süslediği evler, pencereler ile ada klasiği sarmaşıkların doğal
gölgelik yaptığı sokaklarından aşağı doğru yürümek çok keyifliydi. Bu inişte birçok
restoran ve kafe var. Deniz manzarasıyla, zevkle vakit geçirebileceğiniz
yerler.
Aşağıya indiğinizde sağa dönüp denize
paralel bir km kadar yürüdüğünüzdeyse yat limanına ulaşıyorsunuz. Bu yürüyüş
esnasında sol tarafınızda biraz yukarıdan denizi görürken, sağ tarafınızda
kafeler ve dükkânları seyrederek ilerliyorsunuz. Buradaki kafeler, konum olarak
çok keyifli mekânlar. Bu yürüyüşün sonlandığı yer, Çeşme Dalyan’ın eski hallerini
andıran bir yat limanı. Şık fakat mütevazı bir ortamda, deniz kenarına konulmuş
masalarda yemek yemek, içkinizi yudumlamak, kahvenizi içmek keyif veriyor.
Değişen
isimler…
Molivos’dan güneye doğru devam eden
turumuzda Cumali Köyü’nden geçiyoruz. Cumali köyünün adı Arizvi olmuş. Kale’yi,
Pelopi, Güle’nin adını Klio olarak değişmişler. Sanırım adı değişen daha birçok
yer var.
İskamnia…
İskamnia, son derece dik bir yamaca kurulmuş bir köy. O
denli dik ve yolları dar ki, arabalarını köyün altından geçen ana yola park
ediyorlar. İskamnia’nın Türkiye’ye en yakın nokta olduğu söyleniyor. Karşısındaki
Behramkale sahilinden, buranın iskelesine mesafe yaklaşık 5 mil. İskamnia’dan
bakıldığında Türkiye’deki evler çıplak gözle net olarak görülebiliyor. Antrenmanlı
yüzücülerin rahatça kat edeceği bir mesafe.
Yolun kenarında bir dut ağacının dibinde, 1890 yılında bu
köyde doğmuş Yunan yazar Stratis Myrivilis’in büstü var. Balkan savaşı ve Anadolu’ya
geçici olarak gelen Yunan ordusunda yer almış. Savaş sonunda 1922’de adaya
dönmüş.
“Thaksiyaris Mihail” kilise ve manastırı…
Taksiyaris, Mantamados kasabasına
bitişik bir Bizans manastırı. Mitilini’ye 36 km mesafede yer alan önemli bir
kutsal mekân. Başmelek (Archangel) olarak kabul edilen Taksiyaris Mihail’e
adanmış bir kiliseymiş. 1462’de Osmanlıların adayı alması sonrası terk edilmiş.
1897 yılında yeniden inşa ve bakım sonrası faaliyete geçen kilise alanı
içindeki küçük odalarla birlikte aynı zamanda manastır olarak hizmet vermekte.
Baş-melek olan Taksiyaris’in yanında
40 keşiş varmış. Rivayete göre bunların 39’u bir korsan baskını sırasında öldürülmüş.
Yaralı olarak kurtulan son keşiş diğerlerinin kanlarını toprakla hamur haline
getirip, şu anda kilisede bulunan ikonanın başını yapmış. Bu ikonanın yüz
renginin zaman zaman değiştiğine inanıyorlar.
Manastıra girişte sağ tarafta görülen
savaşçı ve Taksiyaris modeliyle, kilise içinde ikonalar camla kaplanmış.
Neredeyse her ziyaretçi bu camları öpüp, tapınıyor. Bir de 8-10 çift metal
ayakkabı var sergilenen. İnanışa göre Taksiyaris geceleri bu ayakkabıları giyip
dolaşıyor(muş). Hurafe kervanına geceleri ayak seslerinin duyulduğu da
takılmış.
Taksiyaris Manastırı adadaki festivallerin en önemli ve
büyüğü olan Boğa Festivalinde, devasa kazanlarda keşkeklerin kaynatıldığı yer.
Ortodoks inancında değişik kutlamalar var. Kutlamaların bir
tipi de, aziz veya kutsal olduğuna inanılan isimlere bir gün ithaf edilerek
yapılanlar. Örneğin Meryemana anlamındaki Maria isminde olanların 15 Ağustos
gününü kutlamaları gibi.
Servet ve Hırsızlık…
Kilisede ön kısmı cam ve içi
altınlarla dolu üç adet dolap var. Bunlar yapılan adakların gerçekleşmesinden
sonra adak sahibinin içine altın bıraktığı dolaplar. Rehberimiz Hasan Beyin
anlattığına göre bu dolaplardan en merkezdeki hariç iki kutu dolusu altın çalınmış.
Rehberimizin doluluğu anlatan sözleri hoşuma gidiyor. Diyor ki; “Zıngazınk
altın doluydu.” Boşalan vitrin tipi kutulara çapraz kılıçlar konulmuş vaziyette
bugün. Hikâyeye dönersek hırsızlar bir eksiği ile yakalanmış. Yakalananlar muhtemelen
diğer arkadaşlarını öldürüp teslim olmuşlar. Ancak ifadelerinde ölenin parayı
alıp ne yaptığını bilmediklerini söylemişler. Ölen de ifade veremeyince, muhtemelen
zengin birer mahkûm onlar. Bu adakların toplanması dâhil dini organizasyonların
bitmeyen madde bağlılığını ruhani duygu ve inanışla bağdaştıramıyorum.
Bu kilisenin suyunun, pamuğa
batırılıp ufak naylon torbalarda taşınan yağının şifalı olduğuna inanıyorlar. Ziyaretçileri
de bu ritüelleri sürdürüyor. Bu okunmuş yağın baş ağrısını da geçirdiği
söyleniyor. Annem de kırılan el bileğinin rehabilitasyonu için masajda
kullanmak üzere bu yağdan aldı. Hayırlısı bakalım.
Despot’un, müftü karşılığı
Hıristiyan din görevlisi pozisyonu olduğunu da bu gezide öğrendim.
Manastır
Girişinde gerçek uçak…
Başmeleğin Yunan Hava Kuvvetlerinin
koruyucusu olduğuna inanıyorlarmış. Bu nedenle başmeleğin kilisesinin önüne de gerçek
bir jet konulmuş.
Ölülere muamele…
Bu dünyadaki çilenin ölünce de bitmediğini söyleyip hikâyeyi
şöyle anlatıyor rehberimiz; “Hastane önünde ölü gömücüler bekliyor. Hepsi fiyat
veriyor. Biri 1200 euroya gömerim diyo, öbürü 1000 euroya. Rekabet sonucu açık
eksiltme gibi ihaleyi biri alıyor. Aile hiçbir işe karışmıyo. Ölüyü alıyorlar,
traşını yapıyolar, elbisesini giydirip, kravatını falan takıyo, defnediyolar. 4
sene sonra da gömdükleri yerden kemikleri alıp kutulayarak kilisede muhafaza
etmek üzere raflara getiriyorlar. Bu kutuların da aidatları var. Atalarının
kemiklerine aidat ödüyor evlatlar, torunlar. Para çilesi bitmiyor yani.” Tekrar
düşünmeden edemiyorum ruhani dünyanın bu para merakını.
Şöförümüz
Stelyo ve Mizah…
Gezi boyunca şoförlüğümüzü yapan Stelyo ile İngilizce konuşarak
anlaşıyorum. İngilizce olmasa da insanca anlaşılabilecek bir adam Stelyo, adam
gibi adam. Dört kızı ve karısıyla hayat mücadelesinde güzel bir Akdeniz insanı.
Esprili de. Babamın “Adada vahşi hayvan var mı?” sorusuna rehberimiz “Bildiğim
kadarıyla yaban domuzu haricinde yok. Öyle ayıya falan rastlanmıyor” diyor.
Sonra emin olmak için Yunanca Stelyo’ya soruyor. Stelyo’nun beklenmedik yanıtının
tercümesi sonrası uzun süre kendimizi tutamadan gülüyoruz. “Sadece Kaynanam
var”…
Skala Neon Kidonion, Vrahos
(Kaya) Restoran…
Balçık İskelesi diyor Türkler. Kidonion
ise Yunanlıların Ayvalık’a verdikleri ad. Bire bir tercümesiyle Yeni Ayvalık. Mitilini’ye
dönüş yolunda benim küçük cennetim diyebileceğim, çok huzurlu bir sahil köyü, “Neon
Kidonion”a yani Yeni Ayvalık’a geldik.
Ufak bir mendireğin içindeki sandal
ve küçük teknelere korunak olan bu minicik sessiz köyün mendireği karşıdan
gören restoran kalender ve çok ferah bir mekân. Kaya anlamındaki “Vrahos”
Restoran lezzetli, keyifli bir öğle yemeği molası ve Mitilini öncesindeki son
durak oluyordu.
Türk
Diplomatın Termal tesisi yenileme talebi…
Türklerden kalma bir yerleşke de “Sarı
Ilıca”. Onun da adı Termi’ye çevrilmiş. “Sarlıca” olarak telaffuz ediyor Hasan
Bey. Sarlıca deyince annem “bu adı biliyorum Ayvalık’ta bir okul ismi” dedi. Rehberimiz
de anlatmaya başladı. Eski parlamenterden Nejat SARLICALI buralı, yani Sarı Ilıca
köyü doğumluymuş. Rehberimizin dediğine göre; çocukluğunun anısına doğum yeri
olan bu yerdeki viran hale dönmeye yüz tutmuş kaplıcanın tamirini hiçbir talebi
olmadan üstlenmeyi ve işletmesini tekrar Midilli Belediyesine bırakacağını
iletse de, bu talebi karşılık görmemiş. Biraz daha araştırınca termal
yıkıntının bahçesinde Artemis Tapınağı kalıntıları bulunduğundan bizdeki SİT
alanı benzeri bir statüye alınmış olduğunu öğrendim.
Tekrar Mitilini’de…
Sahilde son bir tur atıyoruz. Sakızlı Dondurma yemek
isteyince canım, önünden geçtiğimiz şık bir pastaneye giriyoruz. Kornette sakızlı
dondurma keyfini yaşarken etrafı izliyorum. Benzerliklere burada da tanık
oluyorsunuz. Revani var tepside. Onlar başka bir ad vermiş olsa da o tatlı bana
revani. Envai çeşit baklava ve hamur işleri tepsilerde sergileniyor. Damağımda
sakızlı dondurmanın tadı feribota binmek üzere limana doğru ilerliyorum.
Mitilini’de limanın hemen önünde VETO marka uzo fabrikasının
satış mağazası var. Almak isteyenler için hem ucuz hem de kaliteli seçenekler
sunuyor.
Gezimize başladığımız noktaya döndüğümüzde yorulmuş da olsak
yanı başımızdaki bir adanın önemli bir kısmını görmenin, insanlarını,
yemeklerini, doğasını, kültürünü bir nebze daha tanımanın verdiği duygularla
mutluyuz.
Gezmeye Çağrı…
Midilli adasının batısında şair
Sapho’nun doğum yeri Erasos’un plajının da çok güzel olduğunu söylüyorlar. Daha
önce de yazdığım gidilmedik diğer yerler gibi bir sonraki Midilli gezisine kalıyor
Erasos da.
Etrafımız cadı kazanı gibi kaynatılmaya çalışılırken, hemen
yakınımızdaki hayatı kaçırmanın âlemi yok. Politika ve entrikalar kışkırtıcı,
sahte ve hiçbir sonucu olmayacak oyunlarını oynuyor. Ruhlar sıkıldıkça sıkıldı.
Oysaki sevmeye, sevilmeye, sevişmeye, nefes almaya ne kadar ihtiyacımız var.
Bir müzikle mest olmak, yüzüne tatlı bir rüzgâr vururken
hiçbir şey düşünmemek lüks değil. Özgür insanın en doğal hakkı bunlar. Hem hak
hem de en yalın haliyle yaşanılacak duygular. Yarının olamayacağını unutmadan
kâh Ege’nin güneşine, denizine, kâh Anadolu’nun dağlarına, ovalarına, tarihine,
arkeolojisine dokunmayı ve hissetmeyi unutmayalım.
Bülent Ecevit’in şiiriyle başlayan yazımızı Midilli’li antik
dönemin şairi Sapho’nun ironi dolu dizeleriyle bitirelim.
“Şu kadarını biliyorum
Ölüm kötü bir şey:
Bak, işte tanrılardan belli.
İyi bir şey olsaydı ölüm,
Önce tanrılar ölmez miydi? ”
“Geze kalın. Göreceksiniz Hoşça kalacaksınız!”
13 Haziran 2014,
Ayvalık